7. Yedi. Bildiğimiz yedi.
Trenin geçtiği yolun hemen altından geçiyordu dere. Nereden gelip nereye gittiği belli değildi. Yapraklar sonbahar. Derenin diğer yanından bir yol daha geçiyordu. Kara yolu. Dereden bir minare boyu daha yukarıdaydı bu yol. Ağacın en tepesindeki bir saka dahi yoldaki karıncaları selamlayabiliyordu başını aşağı indirmeden. Tren tüm gürültüsünü de alıp gitmişti.
Git gide yaklaşan bir ses ürkütmüştü sakaları. Karıncaların ise umurunda dahi değildi gelip giden. Ekmeğinin peşindeydi karıncalar. Ses giderek yaklaşıyordu İzzettin Nikolayeviç’in olduğu yere. Sakalar çoktan başka dallara konmuştu. Turuncu traktörün köşeyi dönmesiyle her şey netleşmişti.
Kirli sakallı ve kirli çizmeli bir beyefendi sürüyordu traktörü. Kasketinin yanlarından beyaz saçlar fışkıran adamın yüz derisi elmacıklarına yapışmıştı. Hakikaten kemik ve deriden oluşuyordu adam. Güneşten yanmıştı teni. Kara bir oğlandı. Kara ve zayıf bir oğlan. Turuncu traktörde işçiler gidiyordu kürekleri ellerinde. Traktör geçip gitmişti. İzzettin Nikolayeviç ise dereyi takip ederek yürümeye devam ediyordu. Ufak bir yağmur atmaya başlamıştı. Yağmurun yağması İzzettin Nikolayeviç’i daha da mutlu etmişti. Yağmuru seviyordu, rüzgarı, güneşi, karı… Doğadan gelen her şey kabulüydü. Ortalık en az Dmitri Shostakoviç’in besteleri kadar huzur vericiydi.
Allah’ın adına sığınıp bunca nefretin, kinin doğmasına sebep verenlerden Allah’ın doğasına sığınmıştı. Bu ülke hakikaten sevilmeye değer ve insana huzur veren bir ülke olmasına rağmen, bunca insanın kendinden geçmişçesine kin kusması doğadan kopmalarıyla alakalıdır. Bu ülkede insanların sinirlerini bozanlar ve insanları gerenler bu iğrenç şehirleri ortaya çıkaranlardır. Bir şehir nasıl iğrenç düzenlenebilirse o kadar iğrenç düzenlenmişti. Bu iğrençliğin insanlara iyi şeyler katmadığına yemin dahi edebilirim. Bir ağaçtır yaşatan insanı ve o ağaçlar bir bir celladına teslim oluyordu İstanbul’da. İşte İzzettin Nikolayeviç bütün bunlardan sıyrılıp kendini buraya kadar atmıştı. – Balıkesir’e kadar.-
Derenin debisi bir karışa kadar düşüyordu bazı yerlerde, bazı yerlerde ise almış yürümüş oluyordu. Soğuk akan dere baharda daha da soğuktu. İhtişamlı tepeler, mütevazi ve alımlı ağaçların, tüy dikelten kayalıkların olduğu bir yerde insanlar bunlara değil rüzgar güllerine aşık olması da bir garip olaydı.
Suyun bir karışa düştüğü yerlerden birinin yanında durdu İzzettin Nikolayeviç. Abdest aldı, bahar abdesti. Allahu Ekber. Wohoo! Gök mavi çizmelerini ayağına geçirip ellerini birbiriyle sıyırarak sularını akıttı. Derenin akış yönünün tersine doğru yürümeye devam etti. Dere Robert De Niro kendisi ise Al Paçino’ydu. Gözlerinden kin fışkırtan politikacılar buralarda tedavi edilebilirler. Bu filmin ismini ise hepiniz biliyorsunuz.
İzzettin Nikolayeviç öğlenin ilk sünneti için yapraksız temiz bir toprak parçasının üstünde durdu. Kıbleyi güneşe göre ayarladı. Niyet etti ancak namaza başlamadan zihninde bir şey belirdi.
-II-
Karşılıklı ikişer kişilik iki koltuğun ikisinde de birer adam trenin gittiği yöne doğru oturuyordu. Karşısındaki iki kişilik yerde ise üç kişi oturuyordu. Üç masum yürek. Cam kenarındaki eşarplı kadın turkuaz ve yeşiller içindeydi. Koridor tarafında ise bir adam kot ceket ve yorgun kırmızı bir kazağın içerisindeydi. Adam ve kadının arasında bir kız çocuğu, beş yaşında ve dünyadan bihaber. Pembeler içinde. Saçları dalgalı ve üç karış kadar uzun. Kahverengi çizmelerinin içerisindeki ayakları yere değmiyordu. Sol elinde ise bir kitap tutuyordu sımsıkı. -Kitabın adı Güzellik Uykusu. İbrahim Tenekeci’nin kitabı bu. Çocuk hakikaten işi biliyor. Neyse konumuz bu değil.- Kafası annesinin omzunda uyuyordu. Dudaklarının kenarı yere bakıyordu. Kadın ise ellerini birbirine bağlamış bir şekilde uyuyordu yanağı kız çocuğunun kafasına dayalı. Kız çocuğu bir an için açıyor gözlerini, İzzettin Nikolayeviç’e bakıp tekrar kapatıyor. Zeytin gözleri bir an parlayıp tekrar karanlığa gömülüyor.
Adam uyumuyor. Erkek adam uyumaz ve koridor tarafında oturur geleneğini devam ettiriyordu. Gözlerinden uyku akıyor olması bu durumu değiştirmezdi elbette. Bandırma-Balıkesir arası hayat doludur. Trenin geçtiği tüm köyler yaşamak için güzel yerlerdir. Buralarda hala kaybolmayan güzellikler vardır, umut hala vardır buralarda. Adam İzzettin Nikolayeviç’e hiç bakmıyor. Yapraksız ağaçlar, toprak, dere, derenin yanında abdest alan bir adam. Adam gözlerini İzzettin Nikolayeviç’e çeviriyor ancak bir silah patlaması uzunluğunu geçmiyor bu bakış. Bir dakika sonra tekrar İzzettin Nikolayeviç’i süzünce İzzettin Nikolayeviç adama gülümseyerek.
”Merhaba, benim adım İzzettin Nikolayeviç.” dedi.
”Ben de Mehmet Aslan.” dedikten sonra elini İzzettin Nikolayeviç’e uzattı. Kısa süreli bir gülümsemenin ardından yerinde doğrularak. ”Yolculuk nereye abicim?” dedi.
İzzettin Nikolayeviç başını iki yana sallayıp ayıldı. Niyet ettikten sonra dalmıştı. Tekrar derenin yanına gidip yüzünü yıkadı. Açılmıştı ancak küçük kız çocuğunun yüzünü bir daha hiç unutmadı.