İki. Bildiğimiz iki.
-Bugün 3 Temmuz 2015 saat 00.23. Az evvel beni sevdiğini söyleyen bir kadına her şeyi anlatıp kendimden uzak tuttum zira dediklerine göre bir sosyopatın yapması gereken tam olarak da böyle bir şeydi. Ha, bir de Türkiye’nin Suriye’ye gireceği istihbaratını aldım. Evet, evet onu da az evvel aldım. Ben girmeyeceğim lakin Türkiye girecekmiş. Beyhude bir uğraş ve beyhude yere tükenmiş onca canın hesabını veremeyecek bu kararı alanlar. Elleri kan içerisinde yargılanacaklar. Yani umarım. Ve benim bu husustaki fikrimi soracak olursanız Suriye yalnızca Suriyelilerindir.
Elinde tuttuğu sürahiye tüm bunları söyledikten sonra mavi, kulpu kırık sürahiyi direkt kafasına dikerek yarısını midesine indirdi. Sürahinin ağzı hayli büyük olduğundan suyun hemen hemen içtiği kadarı da yere dökülmüştü. Yere göz ucuyla bakarak sol elinin tersi ile ağzını sildi.
Sağ elindeki sürahiyi de açık olan balkon camından dışarı fırlattı.
Gözlerini tepesinde yanan sarı lambaya dikti.
Buzdolabının sesini kulaklarından alıp beyninde gezdirmeye başladı. Kapalı göz kapaklarından atıyordu gürültüyü. Bu döngüyü bozmadı. Takribi dördüncü dakikanın sonunda gözlerini açtı. Buzdolabı büyük bir gürültü ile sarsılmış ve sesini kesmişti. Burnundan derin bir nefes alarak iki seferde ağzından verdi.
Boynundan sesler gelerek indirdi kafasını. Eline baktı. Sürahi elinde duruyordu. Gözlerini kapatarak lambaya doğru yöneldi ve otuz yedi saniye sonra tekrar eline baktı. Sürahi yoktu. Derin ve sesli bir kahkaha attı karnını tutarak.
Yatağına tekrar dönmek üzere odasına döndü. Odası ile mutfağın arası 28 adımdı. Uzun, karanlık bir koridor ve soğuk. Odasının kapısını açtı ve yatağına girdi. Yastığa sarılarak uyku pozisyonu aldı ve gözlerini kapattı. On sekiz saniye sonra uyumuştu.
-II-
06.27’de çalan alarm ile uyandı. Yatar pozisyondan oturur pozisyona geçerek alnını dizlerine dayadı. Üçüncü dakika bittiğinde odasının kapısı iki kez tıklatıldı.
-Gir yavrum, gir.
-Uyandın mı parya?
-Bugün uyandığım için şanslı mıyım yoksa ölüm bir kurtuluş mudur dünyadan?
-Yaşamak güzel değil mi?
Soruyu sorduktan sonra Olgun da yatağa oturdu. Uyanalı sekiz dakika kadar olmuş lakin yüzünü yıkamamıştı. Olgun ortalama bir kaleciden biraz daha kısa ve aynı kilodaydı. Sakalları her daim tıraşlı lakin geldiği 23 yaşına rağmen saçları her zaman şekilsiz ve bakımsızdı. Hala şekil vermeyi bilmiyordu. Genelde basket şortunu altından hiç çıkartmaz ve üstüne iki tane tişört giyerdi. Uyurken dâhil değil.
Olgun’un sorusundan yirmi üç saniye sonra mübeccel bir esneme ile kendine geldi, gözlerini kaşıyarak:
-Güzel değil mi?
-Abi sen daha iyi bilirsin tabi, ancak alenen kandırılmamız hoşuma gitmiyor bilesin.
-Kim kandırıyormuş bizi yavrum?
-Bu alçak liberaller.
-Kahretsin ki yine haklısın. İki tane yumurta haşla, ben de yüzümü yıkayıp geliyorum.
Olgun cevap vermeden yataktan kalktı, gitti. Kapıyı ardından kapatmadı.
İzzettin Nikolayeviç de yatağının hemen yanındaki bez dolaptan bir tişört alıp giydi. Gece hayli sıcaktı lakin sabahın erken saatleri hayli serinliyordu hava. Tişörtünü giydikten sonra diş fırçasına bir lokma macun dökerek, banyoya doğru gitti.
Olgun yumurtaları haşlamış, bir bütün ekmeği de tost makinesinde ısıtarak harikulade bir kahvaltıyı hazır etmişti. Yanında koca bir bardak da su vardı. Mutfağa tost makinesinin ısınma hızında gelen İzzettin Nikolayeviç her zamanki yerine oturdu.
-Yavrum yine şahane bir kahvaltı hazırlamışsın.
-Eyvallah abi, yaptık bir şeyler.
Dikdörtgen masanın iki ucuna oturmuştu ikisi de. Ellerindeki soyulmamış yumurtaları üfleyerek soyarken:
-Tevazu iyi şey elbette lakin bu zafer senin. İsrail karşısındaki Hizbullah gibisin.
-Abi neler diyorsun öyle.
-Moukavem yavrum. Ee sen ne diyordun az evvel yatakta?
-Ne diyordum abi?
-Liberallere sayıp sövüyordun yine.
-Ahaha! Hak etmiyorlar mı?
-Tezini sun bakalım. Dinliyorum.
Ekmeğin üzerine bolca margarin sürerek damar yollarını tıkamaya bayılıyordu ikisi de. Bu günü de boş geçmediler. Bolca yağlanan ekmekler üzerlerine tuz da serpilerek hazır hale getirildi. Yavaş yavaş başladılar yemeye. İlk lokmasını bitiren Olgun:
-Parya dedik abi. Parya doğduk parya öleceğiz, dedik.
-Öleceğimiz apaçık.
-Dur abi konu o değil. Az evvel de dediğim gibi parya doğduk parya öleceğiz. Her şey bu kadar basit. Var olan sistem bizleri umutlandırarak isyan etmemizi, homurtu çıkarmamızı engelliyor. Bir de emeklilik diye koca bir yalan var ki en büyük afyon bu sanırım. Ölmeye ramak kala insanlara artık çalışamazsın diyor çünkü biliyor ki bu insandan artık randıman alamaz. Yani burada da düşünülen aslında insan değil işverenin kendi oluyor. Haydi, işvereni boş verelim. Kalan işçiyi düşünelim. Adamcağız hemen hemen 60 yaşında. Yani ömrünün hemen hepsini çalışarak geçirmiş. Şimdi ise yorgun bünye hemen her yıl bir yerden patlak veriyor ve hastalıkların ardı arkası kesilmiyor. Aldıkları emekli maaşından bahsetmek dahi istemiyorum.
Olgun’un şakaklarındaki damarlar belli olmaya başlamıştı. Suratı kırmızı ve mor arası bir renk almış ve ses tonu giderek artmaya başlamıştı. Suyundan bir yudum içerek konuşmasını desibel düşürmeden sürdürdü.
-Misal abi benim anneannem ve dedem bir emekli maaşıyla geçinemiyor. Ev kirası, elektrik, su, kömür masrafı, mutfak masrafı derken adamın elinde buruşuk taşaklarından başka hiçbir şey kalmıyor affedersin. Bu adam 50 yılını insanlığa hizmete adamış, hak ettiği bu mu yani? Bu mu abi! Bu mu? Allah aşkına söyle bu mu? Sikerim böyle işi abi. Olmaz böyle iş!
-Değil yavrum elbette değil. Sakin ol.
-Ha bir de parya doğup zenginleşenler var ama onlar da tamamen sistemin izin verdiği göstermelik zenginler. Hani bizlere umut aşılanıyor. Deniyor ki bakın beyler, hanımlar bakın. Bu insanlar sıfırdan geldi ve şimdi ne kadar çok malı mülkü var. Sen de diyorsun ki ‘’Evet abi, doğru söylüyor. Biz de çalışıp kazanabiliriz.” Ne oluyor? Sonucu biliyorsun.
-Ah ne kadar haklısın yavrum. Malikaneleri de, sarayları da, o kocaman yatları ve yalıları da yerin dibine batsın. Bertolt Brecht’in okumuş bir işçi soruyor şiirini hatırlattın bana şimdi. Seninle başlayan her sabah acı bir zılgıt gibi.
-Şiirde neden bahsediyor abi? Geçen bahsettin ama yine unuttum.
– “Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altında içinde yüzen Lima’nin?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?
Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları diken? ”diye gidiyor şiir. Bende bu kadarı var kusuruma bakma.
-Yok, abi olur mu öyle şey. Yine günümü aydınlattın. Saat 7’yi 6 geçiyor ben işe geç kalacağım. Usta denen adam yine köpürmesin.
-Kolay gelsin. Sıcaklara dikkat et diyeceğim de beyhude konuşmuş olacağım. Kaç gibi biter bugün işin?
-Sanayideki dükkanlar en geç 8’de kapatıyor. Bize son dakika sineklik siparişi gelir, biz de montaja gidersek gece anca gelirim.
-Erken gelirsen film izleriz, Çingeneler Zamanı. Gün içinde boşluğun olursa bakarsın.
-Boşluğum olacağını sanmam ama erken gelebilirim. Geçen izlediğimiz New York Çeteleri gibidir umarım film. Hem tarih, hem aksiyon. Oh mis.
-Bunu da seveceksin. Tanıyorum seni.
-Haha! Tamam usta. Haydi hoşça kal!
İzzettin Nikolayeviç, Olgun çıktıktan sonra masanın üzerindeki mavi, kulpu kırık sürahiden bardağına su doldurarak odasına geri döndü.
Kıydılar Bize‘nin ilk bölümüne buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.