19. On dokuz. Bildiğimiz on dokuz.
”…
-Bir Müslüman evladı yok mu yardım edecek?
-Ben haham oğluyum. Yardımım kabul olur mu?
Hahamın oğlu ile birlikte sırtındaki küfeyi yere indirdi. Yüzünü yerden kaldıramayacak kadar utanmıştı. Bu utanış bir çocuk utanışı kadar saftı. Annesi odaya girince ekranı ivedilikle kapatan çocuk utanışı kadar. ”
-Okudun mu? Bu hikâyeden bir şey çıkar mı dersin?
Hikâyeyi okuyan Acar tekrar kağıda bakarak;
-Olur olur. Mizah fena değil lakin ilerletmelisin amca oğlu.
-İnşallah.
Hikâyeyi temize çekerek kağıdı korunaklı olan arka cebine yerleştirdi Yusuf.
-Bu sefer bir yerlerde yayınlanması gerekiyor yoksa babam beni eve almaz. İşten kovulduğumu da söylemedim daha.
Acar elini ahbabının omzuna koydu. Onun arkasında değil yanında olduğunu hissettirmesi gerekiyordu. Sağ eliyle iki defa Yusuf’un sol omzuna vurdu.
-Ne vuruyorsun ulan?
-Kardeşim merak etme sen, her daim yanındayım. Kaç yaşında adamlarız en olmadı başka bir işe gireriz. Ekmeğimizi şimdiye kadar el açarak kazanmadık ya. Senin çalışma yaşın geldi mi?
-Çalışma yaşı kaçtı? Ben iki bin iki doğumluyum ancak babam üşengeç bir adam olduğundan kafa kağıdımda iki bin dört gözüküyor.
-Ben de bilmiyorum. İnsan babasını seçemiyor.
-Hakikaten seçemiyor.
Denizaşırı bir adada hayatlarını kazanma gayretinde bulunan bu iki delikanlı okula gitmemiş, yürümeyi öğrendikten sonra çalışmayı ve hayata tırnaklarını geçirmeyi öğretmişti. Hayatı ve yaşamayı seviyor, okumayı da kendi çabalarıyla sökmeye çalışıyorlardı. Gayretli delikanlılardı. Acar, Yusuf’tan üç yaş daha büyüktü -gerçek yaşından- .
Balıktan döndükten sonra işlerini halledip güneş batmadan evvel şimdi geldikleri dalgakıranın en ucuna geliyor, burada gündüzü gece ediyorlardı. Kimi geceler burada kaldıkları bile oluyordu. Buradaki yakamoz dünyanın hiçbir yerinde yoktu. Yani en azından onlar buna inanmak istiyordu.
Okuldan çaldıkları kitapları güneş batıncaya kadar -ateş yakabildiklerinde bu zaman dilimi daha da genişleyebiliyordu- birbirlerine okuyor, kitap bittikten sonra yerine bırakıp başka kitap çalıyorlardı. Geri bırakılan bir nesne niçin çalınmış kabul ediliyordu? Bunun üzerine çokça tartışsalar da yakalandıklarında yedikleri dayaklardan kurtulamıyorlardı. Artık dayaktan etkilenmiyor yalnızca yakalandıklarında kitapları onlardan geri aldıkları için üzülüyorlardı. En çok da Polikuşka’yı okuyamadan ellerinden aldıkları için üzülmüşlerdi.
Okul, içindeki zengin çocuklarından başkalarına kitap verseydi elbette çalmazlardı, sonuçta ilim irfan görmemişlerdi. Zaten bunca dayağı da sokakta büyüdüklerinden yiyorlardı. Onları şimdi bulundukları noktaya koyan kendileri değildi elbette. Hayat herkese seçim şansı sunmuyordu. Bunu savunanlar ancak seçim sunulanlardı. İnsanlar oldukça gaddardı bu konuda. Bir insanı kaybetmek oldukça kolay ve ucuzdur. Ucuz olmasa bu denli kayıplar kazanmazdı insanlar.
Acar batmakta olan güneşe gözlerini kısarak bakıyor ve mütemadiyen kulağını kaşıyordu. Birden kaşımayı bırakarak Yusuf’a döndü.
-En müthiş televizyonda dahi yoktur bu gördüklerimiz.
Yusuf fevri davranarak cevap verdi.
-Fukara avuntusu.
Ayakkabılarından çıkan parmaklarına bir süre baktıktan sonra aniden uyanan bir canlı refleksi ile;
-Öyle demek istemedim amca oğlu, özür dilerim. Elbette yoktur. Hiç nüsha aslına benzer mi?
Acar az evvelki cevaptan mütevellit girdiği şoku atlatamamış olacak ki;
-Benzer tabi anasını satayım, dedi. Birkaç saniye sonra o da girdiği şoktan çıkmış;
-Benzemez amına koyayım, dedi.
İkisinin de yüzleri düşmüş öğrenmemeleri gereken şeyleri öğrenmiş olmanın huzursuzluğunu taşıyordu. Cehaletin mutluluk getirdiğini bir defa daha kavramışlardı. İdrak etmek gözyaşıdır. Yusuf sarma bir sigara çıkardı cebinden. Oturduğu yerden kalkmadan yere vurdu üç defa ve tütünleri daha da sıkıştırdı. Ucundaki fazla kağıdı ise yırtarak denize doğru fırlatmak sureti ile önüne düşürdü.
-Acar ateş var mı?
-Ateş falan yok. İçme şunu.
-Otuz sekiz aydır içiyorum hâlâ alışamadın. Ver şu ateşi.
-Spermlere zarar veriyormuş. Çocuğun falan sakat doğuyormuş oğlum.
-Senin baban içiyordu değil mi? Hem ben evli bile değilim. Ver şu ateşi.
-İçmiyordu da neden sordun? Evleneceksin elbet oğlum.
-Aseksüelim ben oğlum, uzatma haydi ver şu ateşi.
-Nasıl?
Yusuf ayağa fırlayarak Acar’ın cebinden çakmağı bir defada aldı. Hep gömlek cebine koyardı çakmağını Acar. Bu yıllardır böyleydi. Sigarasını yakarak çakmağı kendi cebine koydu. Acar boş gözlerle denize bakarak kalktı oturduğu yerden, Acar’ın yanına geçti. Sigarasını elinden alarak bir duman çekerek geri verdi. Tekrar denize bakmaya devam etti. Yusuf da eşlik ediyordu Acar’a. Kafalarında Auschwitz’deki kamplarda yakılıyordu ikisi de. Acar da cebinden bir sigara çıkardı. Yusuf’un sigarası ile yaktı ve sigarayı geri verdi. Bir süre daha bu sessizlik devam etti. Acar;
-Yol kenarındaki ekilip biçilmiş tarlaları görünce içimde bir yaşama sevinci beliriyor. Bu topraklardan doyacağımızı hissederek doymuş kadar oluyorum. Boş topraklarda ise bir o kadar burukluk hatta nicesi. Kahroluyorum.
-Haklısın, topraklar ekilip biçilmek için var.
-Topraklar boş kalmamalı amca oğlu.
-Ne yapabilirsin.
-Bir sistem getirmeli. Toprağını işlemeyenden alınmalı toprak.
-Kim alacak?
-Devlet alacak. Haraç kesmenin dışında bir iş yapsa ya.
-Vergi diyorsun.
-Aynı şey. Devlet alınca vergi oluyor.
Yusuf sigarasından bir duman daha alıp külünü baş parmağı ile savuşturdu. Tekrar Acar’a döndü.
-Toprak adamın şahsi malı değil mi? İster eker, ister ekmez.
-Hayır. Lehül mülk.
-Haklısın. Peki senin toprağın olsaydı ve toprağını boş bıraksaydın gelip almalarına izin verir miydin?
-Bilmiyorum lakin benim toprağım yok. Verebilirdim.
-Bekâr ve karısı arasındaki ilişki.
-Hayır.
Yusuf bir duman daha alıp tekrar aynı hareket ile savuşturdu külünü ve Acar’ın sönmüş sigarasına baktı. Bir duman daha alıp sigarasını önüne attı. Ezmedi. Ezmenin hiçbir türlüsünü sevmiyordu. Yusuf yere baktı ve kayalıkların arasına tükürerek konuşmaya devam etti.
-İltizama hiç geçilmemeliydi.
-Hülya Koçyiğit’e evlenme teklif etmeliyim.
-Desteklerim.
Acar’a göre, Yusuf yaşının verdiği heyecanı yaşıyordu ve hiçbir zaman buna engel olmuyordu. Gözlerindeki o ışıltı müthişti.
Yusuf eline iki yanı da yassı bir taş aldı. Aklanacak dünya, dedi ve ayağa kalktı atik bir hareket ile. Acar’a döndü ve
-Taş sektirme oynayalım, yiyor mu?
-Her defasında yeniyorum oğlum, sıkıcı oluyor.
-Bu sefer hiç şansın yok.
-Gel lan, gel gel.
Anlaşmışlardı toplam üç el atacaklar ve iki olan kazanacaktı. Oyunun sonunda Yusuf her zamanki gibi kaybetmişti. Kaybetmeye hâlâ alışamamıştı ve her seferinde taşlarının yamuk olduğundan şikayet ediyordu. Yerden bir taş daha aldı.
Havasına, suyuna, taşına, toprağına, dedi sözlerini yarıda kesen ensesinden tutan kocaman el olmuştu. Genişçe bir eldi bu ve bolca etli. Bu eli nerede olsa anırdı. Ele dönme fırsatı bulamadan suratına yediği yumruk ile nakavt olan boksör gibi yere yığıldı. Kısa süreli bilinci gidip gelmişti.
Elin sahibine bakmadan ve henüz daha yerdeyken;
-Baba. Senin burada ne işin var?
-Kalk ulan ayağa. İşten atılmışsın it oğlu it.
-Baba hakaret ediyorsun bize.
-Sus başlatma babanın şarap çanağına.
Yusuf yerden yavaşça kalktı, üzerindeki tozları def etmek için üç defa vurdu kıyafetlerine. Babasının gözlerinin ta içine baktı ve dik başlılığından asla taviz vermeyeceğini hissettiren bir bakıştı bu. Hakikati söylemekten asla geri durmayan Yusuf yine durmadı.
-İşten nasıl kovuldun ulan. Hangi günahın bedelisin bana?
-Gençliğini düşün baba, çıkar elbet bir şeyler.
-Cevap verme.
Bir şamar patladı yüzünde Yusuf’un.
-Patronun çocuğunun şekerlerinden istedim, piç kurusu vermedi. Küfretti, aşağıladı ben de dövdüm.
-Çocuğu dövdün diye işten mi kovulur insan? Yalan söyleme bana.
-Dövdüm diye değil, şekerlerden yedim diye kovdu patron. Şekerler Almanya’dan gelmiş.