- On yedi. Bildiğimiz on yedi.
-I-
Saat 4’ü 49 geçe açtı gözlerini İzzettin Nikolayeviç. Bakışlarını bordo kayışlı saatinden çekip gözlerini tekrar kapadı. İki saat on beş dakikadır uyuyordu. Aynanın karşısına gidene kadar gözlerini kapalı tutmaya devam etti. Işığı açıp aynanın karşısına geçtiğinde yalnızca sağ gözünü açabildi. Sol gözü ve kaşı arasındaki şişlik daha da büyümüş bir tepecik oluşturmuştu. Elini saçının sağ tarafında gezdirdi. Kalkan kısım inmemişti. Eliyle bastırsa da çözüm getirememişti. Sağ gözü de uykusuzluktan dolayı çilek kırmızısıydı.
Banyoya girip suyu açtı. Kovanın dolmasına değin geçen sürede aynanın karşısına geri döndü. Alt ve üst dudağını ayırıp dişlerine baktı. Sağ köpek dişinin yanındaki kesiciden yoksundu. Dilini oradaki boşluktan dışarı attı. Karşılaştığı görüntü hiç de iç açıcı değildi. ‘’Neyse en azından aynasızlar içeri almadı. İki üç coplayıp bıraktılar.’’ dedi. Sıtmayı gösterip ölüme razı etmişlerdi. ‘’Hem çevik kuvvet bu, çoluk çocuk. Ateşli oluyor fena dövüyorlar.’’ diye ekledi kendine. Kendi lafını böldüğü için bir de fırça kaydı(yine) kendine. Odada ondan başka kimse olmadığı halde kendisi ile tartışma çıkarmıştı. Kendine bir yumruk sallayıp dişlerini dökecekti ki dişlerinden birinin olmadığını fark edip üzüntüsüne hüzün kattı.
Kova taşıyordu. Sağ başparmağı ile kaş göz arasındaki yarayı elledi. Canı yandı. Küfretti. Kova taşıyordu. Çıplak teninin üzerine giydiği hırkayı çıkarıp ayağının yanına bıraktı. Jason Statham’ı uzaktan yakından andırmayan çelimsiz vücudu ortaya çıkmıştı. Aynanın karşısında göğüslerine, kaburga kemiklerine ve göbek deliğine göz gezdirdi. Kova taşıyordu. Kova taşmaz ulan, su taşar su, diye bağırarak banyoya attı kendini. Kapıyı içerden kilitledi. Kapıyı açıp şortunu dışarı attı. Tekrar kilitledi. Su taşıyordu. Bir buçuk saat sonra havlu belinde çıktı banyodan. Saçlarından ve sakalsız çenesinden sular damlayarak elektrikli sobanın karşısına geçti. Acımadı ve sobanın üç gözünü de yaktı. Üşümüştü. Mütemadiyen titreyerek üzerini giyindi.
Elektriklinin tam karşısına geçerek Knut Hamsun’un Açlık romanını okumaya koyuldu. Henüz kırkıncı sayfası bitmemişti ki kapı zilinin o itici sesi dikkatleri üzerine topladı. Kalktı ve mutfağa gidip çay suyunu koyarak az evvelki yerini aldı.
Zil ikinci defa çaldığında biraz evvel ne için kalktığını hatırlayarak mutfağa geri döndü. Haşlanması için ocağa iki yumurta koydu. Görevini tamamlamanın verdiği huzurla sobanın karşısındaki yerini aldı.
Zil üçüncü defa çaldığında ise Şeyh Yasin’e gönderilen füzelerden birini komşusuna yollamak istemişti. Uzun menzilli küfretmekten başka yapacak hiçbir şeyi yoktu. Mutfağa gidip geri döndü. Döndüğünde sıcaktan mayışıp uyuyakaldı.
-II-
Uzunca bir bağlama solosuyla açtım gözlerimi. Bağlamayı tüm kalbimle hissediyordum. Hiç kıpırdamadan dinledim. Mesela gözlerimi bile kırpmadım, üç yetmiş beşe üç buçuk miyop gözlerimi bile. Bağlama yavaş yavaş tüketiyordu kendini, beklenen sözler döküldü dudaklardan. Hayır hayır. Hayır dökülmedi. Tekrar başladı ve bu sefer daha güçlü. Tahminen üç dakika kadar sürdü resital ve kelimeler cümleleşerek bütün nahifliği ve cüretiyle bıraktı kendini dudaklardan.
‘’Cahildim dünyanın rengine kandım…’’ ile birlikte -yani daha hayale dahi aldanmadan Neşet Ertaş- ağlıyordum. Yaradan şahidimdir ki dünyanın en güzel gözlerine sahip kadını yanımda olsa o da ağlardı. O gözlerine hiç acımaz ağlardı. Göz torbaları şişinceye, göz pınarları kuruyuncaya değin ağlardı. Ağlamazsa adam değilim. Ağlamazsa o güzel gözlü kadın, o güzel gözlerin sahibi kadın eğer ağlamazsa boşuna sahibidir o güzel gözlerin.
Tekrar bağlama girdi, bu sefer daha kısa olmakla birlikte hissettirdiklerinden hiçbir şey kaybetmemişti. Hiçbir şey. Bir dörtlük daha okundu. ‘’Evvelim sen oldun, ahirim sensin.’’ diyerek kapandı dudaklar ve bağlama tekrar olması gereken yere gelmişti… Türkü bittiğinde gözlerimi tamamen açmıştım. Alt dişlerimden biri kanıyordu. Bir insan her sabah bu acıyı kendine neden yaşatır, diye sorabilirsiniz. Sorabilirdiniz. Hepiniz oradaydınız ancak hiçbiriniz ağzını dahi açmadı.
Alarm her sabah altı elli dokuzda yaptığı gibi bugün de ölümden döndürmüştü. Bir sigara yakıp yorgan omuzlarımda kalktım yatağımdan. Yorgan omuzlarımdayken Sezar’ın kibrine dokunabiliyordum. İç organlarımdan birinin bittiğini hissedebiliyordum. Ben kim miyim? Ben Hidayet Ermiş. Sigaramı söndürdüm.
Yorganı omuzlarımdan atmadan mutfağa gittim. Masanın üzerindeki yeşil elmalardan birini alıp gömleğime sildim. Bu, pazarda çalıştığım zamanlarda edindiğim bir alışkanlıktı. Elmayı yedi defa ısırıp masanın üzerine bıraktım. Evin içinde iki tur atıp mutfağa geri döndüm. Elmayı özlemiştim. Elma da beni özlemiş olacak ki üzüntüsünden içi kararmıştı. İki defa daha ısırıp, aşağı kata kömürlüğe indim. İşemem gerekiyordu. Yorgan hala omuzlarımdaydı. Kömürlük güneş ışığından yoksun, silik bir sarı ampul ile aydınlanan diğer kömürlükler gibiydi. Küçüklüğümde mahallemizdeki kız çocuklarıyla hep burada evcilik oynardık. Hatta bir gün. Neyse bunu anlatmayacağım.
Kömürlüğün bize ayrılan bölümüne gelişigüzel fırlattığım çiftli sandıklardan (hem de rehinli olanlardan) üç tane kırıp kovanın içine istifledim. Rehinli sandıklar, sandıkların içerisinde en güzel yananıydı. Yorganın aşağı kayma girişimini sol elimle yarıda kestim. Sağ elimle ise kovayı ikinci kata bıraktım. Tekrar kömürlüğe inip iki poşet de kömür çıkarttım yukarı. Hala işememiş olmamdan mütevellit patlayacak gibiydik. Yorganı omuzlarımdan atmayarak tuvalete girdim. İşimi hallettikten sonra parmaklarımı yıkayıp sobanın başına geri döndüm. Her şey bıraktığım yerde duruyordu.
Mutfağa dönüp elmayı bitirdim ve çöpünü sobaya attım. Tuvalet ve mutfak kapıları yan yanaydı. Lavabo ise tuvaletin içinde değil salondaydı. Buranın çizimini yapan adamların bunu ayık kafa ile yapmadıklarına kalıbımı dahi basardım. Banyoya gidiş yolu uyuduğum odadan geçiyordu.
Sobanın kapağını açtım. Külü daha üç gün evvel boşalttığımdan çok birikmemişti. Kömürü ve sandıkları sobaya atıp Yaşar Kemal’in ruhuna bir Fatiha gönderdim. Sobanın yanındaki Yılanı Öldürseler’in ilk yirmi sekiz sayfasını sobanın içine tıktım. Yirmi dokuzu ise elime alıp tutuşturdum. Yorgan artık yük olmaya başlamıştı omuzlarıma. Sobanın yanındaki ikiliye attım. İkili dağıldı, soba tutuştu. Yılanı Öldürseler’i alıp kendimi sobanın yanındaki ikiliye bıraktım. Kitap yakma durumumun Fahreneit 451 ile bir tutulmasından oldukça korkuyordum. Benim amacım edebi kültürü bitirmek değil, ısınmaktı.
On bir gündür yıkanmıyordum. On ikiye kadar giderim, diye düşündüm. Üzerimdekileri çıkarıp banyonun önüne attım. Oldukça fazla çamaşır birikmişti. Mutfağa gidip mavi bir çöp torbası aldım. Çamaşırların kokusu evin içine dağılmıştı. Tüm kirlileri mavi torbaya tıkıştırıp evin çıkış kapısının önüne bıraktım.
Banyom boydan boya turkuaz fayans kaplıydı. Fıskiyeyi geçen ay yıkanırken kırmam bana on yedi liraya mal olmuştu. Hamamlar da oldukça pahalı yerlerdi. Banyoya gidip yüzümü yıkadım. Üzerimde bir şey olmadığını o zaman fark etmiştim. Sakallarımdan akan sular göğsümde yumuşuyordu. Temiz havlu kalmamıştı. En azından ben bulamadım. Mavi torbanın içinden eskisini çıkartıp kuruladım yüzümü ve havluyu ait olduğu yere geri soktum. Temiz kalan son kadife pantolonumu ve gömleğimi giyip salona geri döndüm. -pantolon siyah, gömlek ise İslam yeşili-
Dışarıdan gelen sesler kapıya yönelmeme sebep olmuştu. Çok meraklı bir adam olmamakla birlikte kapımın önünde kargaşa çıkaranların yüzünü görmek isterim. Kapı deliğinden gözetledim. Yan dairedeki ailenin dairesini takım elbise giymiş adamlar basmıştı. Ellerinde M40 vardı üstelik. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Farkındaydım. Hemen mutfağa gidip bir elma aldım ve sobanın yanındaki yerime geri döndüm. Koltuğun altından 44’lük magnumu ve nitro ekspres 600’ü çıkarıp ikilinin önündeki beyaz Ikea masaya koydum. İkisinin de emniyeti yoktu ve içlerini iblis değil bizzat ben doldurmuştum. Eğer ki takım elbiseli beyler kapıma dört adımdan fazla yaklaşacak olursa onların dünyalarını olduğum yerden değiştirebilirdim. Elmamı bitirip aylak adımlarla sobaya gidip geldim. Yerime yerleşmişken kapım çaldı ki bu isteyeceğim son şeydi.
Sağ elime magnumu alıp kapıya doğru ağır adımlarla yürüdüm. Çıtırdayan odunları tenzih edersek ortam zifiri sessizdi. Kapıdaki delikten baktığımda takım elbiseli adamlar bana bakıyordu ancak kapıyı çalan kimse yoktu. Kapımın hemen önündeki kız çocuğunu, olduğu yerden bir adım geri atarak bana baktığında görebildim. Onlu yaşların başındaydı. On bir belki on iki. Saçları kulaklarından biraz daha aşağıdaydı ancak kesinlikle omuzlarına değmiyordu. Ağlıyordu. Kolyesi gözüme çarptı. Takım elbiseli adamların bana değil ona baktığını o anda fark ettim. Bir kere daha zilimi çaldı. Şakaklarıma sağanak yağmış ve gözümün yanından çeneme değin akıyordu.
Takım elbiselilerden biri kıza doğru yürümeye başladı. Elindeki silahı bize doğrultmuştu. Kızın dört adım ötesinde durdu. ‘’Kimsin sen?’’ dedi. Kız cevap vermedi. Arkasına dahi dönmüyordu. Karşı daireden çıkan ses dikkatlerini dağıtmıştı. Oraya baktıkları esnada masanın üzerindeki nitroyu alıp ‘’Bağcıklarını bağla!’’ diye bağırdım ve ateş ettim. Kapının ardındaki her şeyi öldürdüğüme emindim. Nitronun namlusundan dumanlar yükseliyordu. Tahta kapım paramparça olmuştu. Arkasında kimsenin kalmadığını öğrenmeme olanak sağlıyordu bu durum. Bağcık numarasını izlediğim bir filmde görmüştüm. Anası ağlayan kapıyı açtım. Bir sigara çıkartıp yaktım. İkinci seferde yakabilmiştim. Magnumu sağ elime alıp yavaş hareketlerle kapıdan çıktım. Kız yerde ve yüzüstü yatıyordu. Ayağımla dürterek uyandırmaya çalıştım, yüzünü kendime çevirdiğimde şoklanmış balık gibi bana bakıyordu. Bu bakışları tanıyordum. Kız ölmüştü. Çoraplarıma kan bulaşmıştı. Kanı kızın üzerindekilere silip kızın yaşadığı daireye girdim. Oradaki takım elbiseli beyi de öldürüp daireme dönmeden evvel hepsinin ceplerini yoklayıp üç bin on altı liralık bir kazanç elde etmiştim.
Kızın cesedine bir defa daha bakıp “Kapıyı iyi ki açmadım. Kim bilir ne işler açacaktı başıma” dedim. İnsanın en büyük rahatlatıcısı vicdanıydı ve ben rahatlatmıştım. Belki de bu kız yüzünden evimi federaller basacak ve ben bedenim parçalara ayrılmış bir şekilde can verecektim. Belli mi olur?
-III-
Ortası delik kapıyı kapadı ardından. Sobaya iki büyük, bir ufak odun daha attı. Sobanın üzerini açtı. Ateşin daha da alevlenmesini istiyordu. Bir süre sobanın yanında ısındıktan sonra odasına gidip yıllanmış kitap sarısı parkasını giydi üzerine. Nitroyu montuna özel yaptırdığı kısma yerleştirdi, magnumu ise belindeki kabzaya. Sağ ve sol ceplerine birer elma koydu ve sobanın yanına döndü. Alevler durulmuştu. Kapının yanındaki mavi poşeti de sobaya tıktı. Odasına dönüp yorgan ve yastık kılıflarını da sobaya tıktıktan sonra bir süre anlamsız bakışlarla sobaya odaklanmıştı ki kafasını iki yana sallayarak kendine geldi. Neyse, dedi.
Soba buharlı tren kazanı gibi yanıyordu. Buhar yoktu. Buharlı tren siyahı sırt çantasına kalan eşyalarını istifleyip kanlanan çoraplarını yenisi ile değiştirdi. Yedek yün çoraplarını giyip diğerlerini sobaya attı. Soba adamın geçmişini silmişti. Masanın üzerindeki anahtarları alarak çıktı evden. Kapının eşiğindeyken küçük kıza gitti gözü. Sağ baş ve orta parmaklarıyla okşadı yüzünü. Kızın boynuna yaklaşıp kolyesini aldı. Bu sırada ben de yanından uçarak kapının üzerindeki çıkıntıya kondum. Beni fark etmemişti. Katliamın olduğu dairenin önüne geldiğinde bir şey aklına gelmiş olacak ki durdu. İçeri girip bir buçuk dakika içerisinde tekrar çıktı daireden. Elindeki anahtarı sallayarak bana doğru geliyordu. Üzerine konduğum kapıyı açarak içeri girdi, ben de arkasından girdim. Bu daireyi ne zaman tutmuştu? Aynı binada neden iki tane daire tutardı ki insan?
İnsanlar başlarına iş açmaya bayılıyor, dedi. Titriyordu. Üşümeye tenezzül edemiyordu. Evin içerisi diğer evin aynısıydı. Çantasını dahi çıkartmadan sobanın kapağını açarak sobayı yaktı. Önceden hazırlanmıştı soba. Planlı bir şeydi bu. Kapağı kapatıp sobanın üzerini açtı. Alevleri izliyordu. Seksen saniyelik bir dalgınlıktan kafasını iki yana sallayarak çıkmıştı.
Sobanın üzerine tükürdü ve çantasıyla montunu sobanın yanındaki ikiliye attı.
Titremesi geçince çantasından kırmızı, ufakça bir makas çıkarttı. Sağ eli ile çenesini ovuşturup banyoya gitti. Arkasından gittim. Aylak hareketlerle sakallarını kısaltıp aynanın önündeki jiletle sinekkaydı tıraş oldu. O koca burnu ortaya çıkmıştı. Oldukça uzun zamandır tıraş olmuyor olacak ki sakallarının altı teninden iki ton daha beyazdı. Dişlerini fırçalayıp yüzünü yıkayarak sobanın yanına geri döndü. Normalde musluk suyu sevmem lakin uzun zamandır su içmiyordum. Damlatan musluktan iki fırt su çekip yanına döndüm. Parkasındaki elmalardan birini yarılamıştı. İştahla yiyordu. Dışarıdan gelen ayak sesleri ile irkilmedi. Ben korkmuştum. Sakalsız yüzüyle oynadı bir iki sonra iki parmağını yalayarak tıraş olurken kestiği yerleri kaşıdı. Sızıntı durmuştu. Elmayı yemeye devam ediyordu. Canım çekmişti. Yedikten sonra çöpe atsa orada dadanırdım ancak sobaya atıyordu. Bekledim. Yaşamayı seviyordum.
Etrafta amcaoğullarımdan hiçbirini göremiyordu. En azından biri olsa dikkat dağıtırdık. Boş anını kolluyordum. Arada gidip gelen kafasının gideceği anı gözlüyor ağzımdaki suyu akıtıp akıtıp ön ayaklarımla sürekli kaşınan burnumu kaşıyordum. Kafası gitmiş, sobaya dalmıştı. Hemen elmanın üzerine konup yemeye koyuldum. Başıma bir şey gelecek korkusunu tamamen umursamaz bir şekilde dalmıştım elmaya. Hem umurunda da değildim onun. En azından ben öyle düşünüyordum. Bir anda her taraf karanlığa bürünmüştü. Amına koyduğumun sineği, dedi. Elmayı ve beni avucunun içinde tuttuğunu tahmin ediyordum. Her yer sallanmaya başladığına göre avucunu salladığı aşikârdı. Elmayı da beni de sobanın içine attı. Attığı gibi önce kanatlarım sonra ben tutuştum. Uçamadım, yandım, öldüm…
-IV-
O pislik yaratığı sobaya attıktan sonra kafamı biraz daha toparlayabilmiştim. Diğer evden beri beni izliyor, dikkatimi dağıtıyordu.
Dışarıdan gelen sesler durulmuştu. Durulmasa da durultacak güce sahiptim. Beni buradan çıkartacak adam daha doğmamıştı, doğsa da ben tanımıyordum. ”Benim adım Hidayet, sorunlar çözülür ilelebet.” yeni sloganım buydu. Benim çözemeyeceğim iş yoktu. Ben çözemesem dahi nitro ekspres 600 çözerdi. Silah güç demekti ve ben silah sahibiydim. Yani ben hep haklıyımdır bu dünyada. Güçlü olanın haklı olduğu bu dünyada.
Bunları düşünürken sobanın yanında uyuyakalmıştım. Nitro ekspresimin şakağımı soğutması ile açtım gözlerimi. Tetiği çeken ele ve oradan da bordo saate kaymıştı gözüm. Bu alt komşum İzzettin Nikolayeviç’ti. ”Hohoo! Ağabey ne oluyor?” dedim. Tetiği çekti. ”Kaç saattir zilini çalıyorlar ne açmıyorsun ulan?” dedi. Yöneltilenin bir soru cümlesi olmadığını ilk mermi sırtımdan çıktığında anlamıştım.