14. On dört. Bildiğimiz on dört.
-I-
İkindi namazına müteakiben toplasa da tezgahını bugün toplamamıştı. Çocukların eve girme saatini geçeli de hayli olmuş, karanlık çökmüştü. Sokakların sahibi artık sokak sahipleriydi. İşte bunun adına yaşamaklık deniliyor ve insanlar burada paraya, kadına, imana veya silaha sahip olabiliyordu.
Bir Eylül yağmuruydu postalları yıkayan. Su birikintilerine korkusuzca basanlar ise postal sahipleriydi. Halbuki her su birikintisi umuttu, hayattı, lütuftu. Bir araya gelmeleri yok olmamaları demek olsa da postallar yok oluşu hazırlamıştı. Postal yok etmek demekti.
Dört karışa iki karış bir masada telefon satıyordu sakallı satıcı. Tezgahını bir kitapçı ve çay bahçesinin olduğu iki sokağın ortasına kurmuştu. Bir dört yol ağzının cami köşesinde duruyordu. Evli olup olmadığını kimse bilmiyordu. Sağ ayağı platin olan bu satıcı muhtemelen kırk dört yaşındaydı. Anlattığına göre bu tezgahın haricinde büyükçe bir depoya sahipti. Orada telefon kılıflarından tut teknolojik aletlerden ne istersen vardı. Esüç, esdört, mini hepsi vardı. Sen yeter ki iste baba, diyordu.
Üç tekerli elektrikli bir motosikleti vardı ve bir koltuk değneği. Kırmızı bir motosiklet ve gri bir değnek. Arkası sepetli motosiklet. Eşyalarını bu sepete koyarak eve götürüyor, oradan tekrar buraya getiriyordu.
-II-
İzzettin Nikolayeviç, bu satıcı beyefendi ile çay bahçesinde çalışırken tanışmıştı. (Şimdi çalışmıyordu o çay bahçesinde.) Müşterileri geldiği zaman bir ıslıkla çayları sipariş ediyordu. Bir iki defa gide gele muhabbet etmeye de başladılar. İsimlerini sorma gereği hiç duymamışlardı. İzzettin Nikolayeviç, satıcıya patron diyordu. Satıcı ise İzzettin Nikolayeviç ‘e babo. Gereksiz ayrıntıların annesi bu diyarda barınmazdı.
İzzettin Nikolayeviç ikindiyi unutmuş bir şekilde kitapçıda çayını içiyordu. Sanayide çalışıyordu İzzettin Nikolayeviç. Sabah sekizde evden, akşam dört gibi işten çıkıyordu. İşten sonra eve gitmeyip mütemadiyen bu kitapçıda çay içiyordu. Yine o günlerden birinde daha çayını içerken klasik bir Bandırma yağmuru ile ıslanmamanın tadını çıkarıyordu. Patron ise tam karşısındaki tezgahında şemsiyesini açmış yanındaki uzun saçlı, kısa beyaz sakallı beyefendi ile sohbete dalmıştı. İkisi de ıslanmıyordu. Beyaz sakallı adamın siyah gözlükleri vardı. Patron ise bayağı bir günün aksine tıraş olmuştu. Sohbetlerini bölen, onlara çay getiren garson çocuk olmuştu. Çayları tezgahın üzerine koydu. Patron, eyvallah babo, dedi. Çocuk gitti. Sohbetlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Motoru Barış Manço Kültür Merkezi’nin altına çekmişti. Islanmamalıydı motor.
İzzettin Nikolayeviç çayını bitirip hesabı ödedikten sonra eve çıkmaya karar verdi. Karnı da acıkmıştı hayli. Evde bir şeyler yapıp yerim, diye düşündü. Adisyonun üzerine bir lira bırakarak kalktı. Ana yola çıkarak durağa yürüdü.
-III-
Camiden çıkan Müslüm yağmura saygıdan başını eğerek yürüyordu. Evden çıkarken babasının montunu giydiğinden mütevellit yağmur ve rüzgardan etkilenmiyordu.
Müslüm, Bandırma’ya İzmir’den gelmiş buranın ne havasına ne suyuna alışabilmişti. Her gün yeni bir küfürle uyanıyor bu memlekete, lanet okuyor ve oldukça üşüyordu. Ek tercih hakkını kullanmadığı için pişman bir yirmi dörtlüktü. Bölüme birinci sıradan yerleşmiş ancak fakülteye yalnızca sınavlarda gidiyordu. Fatura yatırmak, yemek yemek ve camiye gitmek dışında çıkmazdı evden. Evde olduğu vakitlerde ise yemek yemek, tuvalete gitmek ve namaz kılmak dışında yataktan çıkmazdı. Müslüm’ün karanlık bir adam olmasını engelleyen tek şey sakalsızlığıydı. Hemen her gün yataktan çıkmadan jilet ile tıraş oluyor, sakallarının çıkışını hızlandırmaya gayret ediyordu.
Bir kadın sevmişti okula gittiği ilk gün, kadın onu sevmemiş ve on bir gün sonra sevgili olmuşlardı. Ancak Müslüm yürütemeyerek ilişkinin üçüncü gününde kendine geri çekilmişti. Sevmemişti kadını, bu yalnızca bir hoşlantıydı. Patates salatasından da hoşlanıyordu ancak artık onu da yemiyordu. Ayrılmanın akabinde kadın barışmayı çok istediyse de Müslüm yorgundu. Ortalama bir Çinli boyunda olan Müslüm, boyundan yüksek kendine güveni ile caminin arka kapısından çıkmıştı. Cebinden bir avuç fındık alıp yiyerek yürümeye devam etti. (Fındıklar soyulmuş ve kavrulmamıştı.)
-Raskolnikov tam bir yavşak çıktı ha.
Caminin karşısındaki telefoncunun önünde konuşan üç kişinin sakalsız olanından gelmişti bu ses. Zayıf bir yüzü ve kırklı bir yaşı vardı. Sıska adamın yanında uzun saçlı, kısa beyaz sakallı bir adam ve adam kadar sıska bir çocuk vardı. Yirmili yaşlardaydı çocuk ya da en kötü on dokuz. Saçları yok denecek kadar az ve sakalları oldukça uzun, sarıydı. Sarıdan ziyade kumral.
Uzun sakallı, sıska çocuk: ”Abi neden öyle dedin şimdi?” dedi.
-Neden olacak. En son ne yaptığını görmedin mi?
-Patron doğru da bu Dostoyevski’nin seçimi yani. Bize bir şey demek düşmüyor ki.
-Yav ne demek bize bir şey demek düşmez babo. Diyoruz ya. Adam karıyı kızı indirsin, paraları gömsün, sonra teslim. Ayıptır.
-Kızı indirmeyecekti de işte, erken geldi.
-He he. Bu adamda da hiç kafa yok. Madem vicdan yapacaksın neden öldürüyorsun? Hayır, insan kendine dahi bahaneler üretebiliyorken bu Raskolnikov… Neyse moralim bozuldu yine sende başka kitap var mı? Bendekiler bitti.
-Patron çok hızlısın. Bizim oralarda senin gibi okuyan ikinci bir adam daha yoktur.
-E tabi abicim. Bizden bir tane daha olur mu sanıyorsun! Alemde en hızlısı biziz, git mezarlığa bakalım. Oradaki yedi kişi bilir bizim hızımızı.
Sakalsız satıcının keyfi oldukça yerindeydi. Camiden çıkan çocuğun onları dinlediğini fark etti.
-Buyur kardeşim, bir şey mi vardı?
-Bu telefona göre kılıf var mı ağabey?
-Ne o? Üç mü, dört mü?
-Dört.
-O yok abicim, az ilerde bizim amcaoğulları var, onlara bir bak istersen.
-Tamam ağabey. Teşekkür ederim. Fındık yer misin?
-Eyvallah babo. Haydi git başımızdan.
Sohbetleri kesilmişti. Uzun saçlı adam cebinden çıkarttığı bir mendille gözlüğünün camını sildi. Sonra telefon satıcısı ile konuşan garson çocuğa:
-İsmin ne birader senin?
-Berkecan.
-Nerelisin sen?
-Sen nerelisin?
-Diyarbakır.
-Ben de.
Telefon satıcısı, çocuğu gönderdikten sonra Berkecan’a dönerek.
-Fındık yer miymişim? Nereden buluyor bizi bunlar babo. Şimdi neyse çocuğu siktir et de elinde neler var, söyle bakayım?
-Ağabey ne istediğine bağlı. Rus var, Kürt var, Amerikalı var, Fransız var, Türk var. Rus öneririm ama ağabey.
-Bu Dostovevski gibi yavşak olmasın.
-Yok ağabey. Ivan Gonçorov adamın ismi, kitabın ismi de Oblomov. Ben bitirmek üzereyim. Bitirince getiririm. Kefil olurum. Adam tam bir manyak. Yüz elli sayfadır yataktan çıkmadı. Bir de Zahar diye uyuşuk bir tip var, aklın çıkacak aklın. Ahahaha!
-Ne zaman getirirsin?
-On gün.
-Lan siktir oradan. En son yine on dedin bir ay sonra getirmiştin.
-Ya bak valla dedim.
-Ne kadar delikanlısın göreceğiz. Rusları içine girmeden anlayamazsın tabi.
Telefon satıcısı, yanındaki arkadaşına, bak, dedi orta parmağı ile Berkecan’ı göstererek.
“Okumaya başlamasaydım bu kardeşimle aynı dili konuşamayacaktım.”