“Sofradan eti kaldıranlar
Öğretiyorlar kanaat etmeyi,
hep bana, hep bana, diyenler
bu kez istiyorlar özveri.
Tıka basa yiyenler
gelecek güzel günlerden
söz ediyorlar açlara.
Uçuruma götürenler ülkeyi
diyorlar, yönetmek çok zor,
sıradan insan yapamaz bu işi.”
Bertolt Brecht
1. Bir. Bildiğiniz bir.
Bir kot pantolon ki üzerinde yaptığı harçlardan ve sıçrayan boyalardan desenli. Bir beyaz ayakkabı. Öyle bir ayakkabı ki üzeri çimento desenli. Bir zamanlar yeni alındığı belli olmayan bir kazak. Deseni de diğerlerininki gibi. Bunların hepsinin içerisinde de bir adam. Bir adam ki aldığı ekmeği de kazanan, okuttuğu çocuğu kazanan, gitmediği tatilleri de kazanan bir adam. Adam dedik işte. Ataerkil toplumda bu adam, adamdır.
Bir sigara yakmış. Kaldırımda oturuyor. Bareti sağ dizinin üzerinde ters bir şekilde duruyor. Sarı bir baret.
Sarı baret, açık mavi kot pantolon, beyaz ayakkabı ve yeşil kazak. Kirli bir sakal, yanları kısa üstleri uzun bir saç, kazak renginde gözler ve güzel bir burun. Sıska bir vücudun habercisi eller ve ardından gelen sıska, kemikli bir yüz. Adama dışarıdan baktığında gördüklerin bundan ibaretti. Herhangi bir inşaat işçisine benzeyen bir inşaat işçisi.
Sigarasını bitirip çöpe atarak inşaat alanına geri döndü. Bugün de birilerinin gözüne girmek için karakterinden vazgeçecek bir şey yapmayacaktı. Üzerine düşen iş ne ise onu yapacaktı. Bilgi çağından uzak, samimiyetsiz insan ilişkilerinden uzak, makam isteğinden uzak bir gün daha son bulacaktı bu günün akşamında. Eve gittiğinde de oğluyla taze fasulye yiyecekti. Güzel bir de salata.
Sabah, inşaattaki diğer arkadaşları ile kahvaltı yapalı dört saat geçmişti. Biraz acıktığını hissediyordu. Aklı biraz da telefonuna yeni yüklediği oyunda kalmıştı. Dün akşam oğlunun eski telefonunu almıştı. Kullanmıyorum zaten, demişti oğlu ve telefonu babasına vermişti. Nasıl kullanacağını bilmemekte diretse de tüm akşam boyunca telefonla uğraşarak birkaç şey öğrenmişti. Ekran kilidi dahi vardı telefonun. Hatta 101 bile yüklemişti telefona oğlu. Sabah işe gelirken iki üç kez oynamış, kaybetmişti.
Sıvacıydı Hikmet Nikolayeviç. Oğlu İzzet ise öğrenciydi. Kendisi okuyamamıştı ve bundan dolayı oğlunu okutmak için elinden geleni yapıyordu Hikmet. Sigarayı da azaltmıştı hatta bırakmayı bile düşünüyordu. Sarma sigara diğerine göre çok daha hesaplı olsa da yine çok fazla para gidiyordu. İzmir’de çocuk okutmak hayli zordu. Üniversiteye dair bildiği en temel şey buydu.
Babasından kalmayan paraya biraz da kendisi katmayarak bir ev alamamıştı Hikmet Nikolayeviç. On üç yaşında İstanbul’a gelmiş ve çalışmaya başlamış, yirmi üç yaşında ise evlenmiş ve bir yuva kurmuştu. İnşaatta çalışan biri için kendine ait bir evin olmamasının ne demek olduğunu biliyordu. Gayet iyi biliyordu hem de.
Cebinden çıkarttığı poşetten bir sarma sigara daha çıkartıp yaktı ve çalışma alanına döndü. Yedi katlı bir binanın altıncı katının dış cephesine ısı yalıtımı sağlayacak köpüklerden monte ediyorlardı. Hayli önemli bir işti bu. Isı yalıtımı önemliydi. Tükenebilir kaynakların daha az tüketilmesini sağlıyordu ancak bundan da önemlisi yakıt masrafını oldukça düşürüyordu. Yakıt masrafları tükenebilir enerji kaynaklarının tükenmesinden daha önemliydi. En azından bazı coğrafyalarda. Azımsanacak bir coğrafyadan bahsetmiyorum.
İskeleye tırmandı ve kaldığı yerden işini yapmaya devam etti. Bu katta Talha ile birlikte çalışıyordu bu. Talha güleç bir gençti. Talha’dan öğrendiği iki şey vardı. Biri oğlundan beş yaş daha büyük olduğu diğeri de Sıffin Savaşı’nda Ali’nin yanlış bir karar verdiğiydi. İkisini de Talha’nın anlattığı kadar biliyordu ancak en büyük sorunu bu değildi Hikmet Nikolayeviç’in.
-Hikmet abi nasıl gidiyor senin oğlanın okul?
-Sınavları bitmiş, iki gün evvel geldi eve. İyi diyor biz de iyi biliyoruz. Karne marne vermiyorlarmış.
-Transkript diye bir şey var Hikmet abi.
-Valla orasını bilmiyorum. Ne diyorsa ona inanıyoruz.
-Not döküm belgesi abi. Telefondan, bilgisayardan falan bakabiliyorsun notlarına.
-Neyse siktir et. Eve gidince bir sorarım unutmazsam. Hem ne diyorsa inanıyoruz dedik ya.
Konuşmalarını bölen düdük sesi oldu. Yemek demekti bu. Saat bir demekti aynı zamanda da. En son sigarasından bu yana bir buçuk saat geçmişti. Düdük sesi mutlu etmişti Hikmet Nikolayeviç’i. Baretini tekrar kafasına taktı. Üzerinde durdukları demir iskele birden sallanmaya başlamıştı. Tutunmaya çalıştı.
-Talha, oğlum dikkat et.
Tuttuğu demirle birlikte iskele ağır ağır yola doğru devriliyordu. Aklına oğlu, karısı, yarım kalan işi, kılmadığı namazları, kırdığı kalpler ve ilk içtiği sigara gelmişti. Kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. Ellerindeki gücün de boşalması ile tuttuğu demiri tutamadı. Altı saniye sonra tüm iskele gibi o da zemin kattaydı. Talha, İzzettin Nikolayeviç ve diğer iki kişinin kanlar içerisindeki vücutlarını önce morga sonra gazetelerin köşesindeki ufak bir habere ve en sonunda da tabuta koydular.
Sarı baret, açık mavi kot pantolon, beyaz ayakkabı ve yeşil kazak. Kirli bir sakal, yanları kısa üstleri uzun bir saç, kazak renginde gözler ve güzel bir burun. Sıska bir vücudun habercisi eller ve ardından gelen sıska kemikli bir yüz. Adama dışarıdan baktığında gördükleri bundan ibaretti.
Kıydılar Bize‘nin ikinci bölümüne buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.