- On beş. Bildiğimiz on beş.
Daha sonra, hep daha sonra. Duygusuzluğu ve unutulmayan aşkın bıraktığı izleri taşıyan bir adam doğruldu yatağında. Julia Boutros’un kasetini çıkarttı teypten.
Mumu söndürdü.
Sessiz gece.
Bugün değil yarın. Yarın. Yarın. ”Saat onu kırk beş geçe her şey olup bitmişti.” Yüreği bir diğerine bağlayan ne olabilirdi. Kalpten kalbe görünmeyen bir yol var mıydı hakikaten. Ciğerlerindeki dumanı dışarı öksürdü. Türkiye’deki memur olmayan erkeklerin birçoğu gibi o da sakal tıraşına önem vermiyordu. Uzun ve bakımsızdı. Duygusuzluğu ve unutulmayan bir aşkın bıraktığı izleri taşımayan bir adam olarak kalktı yatağından. Anıları yatağında bırakmıştı. Tuhaf bir duyguydu yaşadığı. Kadını hatırlamak istediğinde hatırlıyor, üzülmüyordu. Yeni kocası ile olan fotoğraflara bakarak iç çekiyor lakin yatağından kalktığında bir şeyi kalmıyordu. Baş ağrısı dahil değil.
Bu sabah hedefteki gemiyi ıskalayan bir kamikaze olarak uyandı. Hayata karşı duruşu da tam olarak böyleydi. Ocağın yanında duran çaydanlığa bir bardaklık su doldurup ocağa koydu. Güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Soğuktan donan burunların ısınarak akmaya başladığı saatlerdi bunlar. Geceden tam çıkamayan ve daha gündüz olamayan bir saat dilimine daha merhaba, dedi İzzettin Nikolayeviç.
Ocağın karşısındaki sandalyeye oturdu dizlerini kendine çekerek. Burnundan evvel çenesini koydu dizine, burnunu yasladığında ise vücudunun kokusunu hissetti. Tuhaf bir kokuydu bu.
Sandalyeden yavaş yavaş kaysa da kendine engel olamadı. Sol ayağını yere koyarak bu durumu sonlandırdı. Yirmi üç yaşındaki dolaptan süt çıkarttı ve cezvenin içindeki dünden kalan sütün üzerine ekledi. Onu da ocağa koydu. Kaynayan suyun içine çay ekleyip altını kapadı ve demlenmeye bıraktı. Yirmi yaşındaki davul fırının içinden bir paket pötibör çıkartıp tezgâhın üzerine koydu. Tezgâh turuncu fayanslarla kaplıydı ve hemen hemen yirmi dört yaşında vardı. Kulağındaki işitme cihazı kaymıştı, yerine oturttu. Sütün de altını kapatıp kendine bir fincan İngiliz çayı hazırladı. Pötibörü ve çayı alıp balkona çıktı. Bu oda güneye bakıyordu. Sandalyesini garba çevirip güneşi sırtlıyordu her sabah. Güneşin doğuşunu yalnız izlemeye yüreği yetmeyeceğini düşünüyordu. Sandalyesi batıdaki başaklara bakıyordu. Kalbi her ne kadar doğuya ait de olsa aklı onu bundan alıkoyuyordu. Sırt çevirmişti şarka. Ellerini yağlı saçlarının arasında gezdirip saçlarını düzelttikten sonra pötibörü çayın içine ufaladı. İngiliz çayını da böyle seviyordu. Ölüm dâhil hiçbir şeyden korkmadığını düşünse de on gün evvel kalp krizi geçirdiğini sanıp hastaneye gittiğinde yanılmış olmayı her şeyden çok istemişti. O an anlamıştı ki insanoğlu rahatsızlandığını düşünüp hastaneye gittiğinde yanılmış olmayı ister. Yanılmış olmayı en çok o zaman ister. Genellemeler her ne kadar yanlış olsa da bu genellemeyi yapmaktan geri durmamıştı. İnsanların ağzına yüzüne doğru yapmıştı bu genellemeyi. Bisküvinin hepsini çayına ufaladıktan sonra kültürün yolunun yemekten geçtiğini bir kere daha anlamıştı. Dünyanın her yerinde böyle değil miydi zaten? Bir halkı anlamak için evvela yemeklerine bakılsa fikir sahibi yapmaz mıydı insanı? Belki de yapmazdı. Yağlı yemeklerden ve etten hoşlanan Şark insanı ile zeytinyağlı ve sebzeden hoşlanan Akdeniz insanı arasında nasıl bir fark vardı? Yemeklere bakarak cevap verebilir miyiz hakikaten?
Bardağın içindekileri kaşıkladıktan sonra güneşe bakmadan mutfağa dönüp bardağı lavabonun içine bıraktı. Odasından bir sigara alıp kav ile yaktı sigarasını. İki duman üst üste alıp dumanı balkona çıkana değin ciğerlerinde taşıdı. Sandalyesine oturmadan da vermedi dışarı. Sandalyesine oturdu. Titrek elleri ve beyaz kol kılları nisan rüzgarıyla uçuşuyordu. Sigarasındaki külü dahi rüzgâr alıp götürmüştü.
“Aç yüzlü emekçiler” yavaş yavaş çıkmaya başlamıştı sokağa. Hepsi bir telaş içerisinde oradan oraya sürüklüyordu bedenlerini. Bu bedenlere bir beynin hükmettiğine kesinlikle inanmıyordu İzzettin Nikolayeviç. Bu insanların amacı bir sonuca varmak değildi kesinlikle, bu insanlar koşmak için yaşıyordu. Bu acıydı. Bu insanlara acıyordu. Koyu pembe ruj süren kadınlara acıdığı kadar acıyordu.
Asabileşmişti.
Son zamanlarda kendini kontrol edebildiyse de bu sabah bir sorun vardı. Bu sorun sırtındaki ağrıdan dolayı da olabilirdi. Ancak neden kaynaklanırsa kaynaklansın asabiydi. En son Ahmet Kaya’dan dinlediği bir türküyü bir başka kadından dinlediğinde bu denli asabileşmişti. Kalktı sandalyesinden, güneşe döndü.
”Kokuyorum ulan kokuyorum!” dedi.
Onu sinirlendiren kokması değil bu duruma alışmasıydı. Sandalyeyi kaldırdığı gibi güneşe fırlattı, sandalye binanın altındaki arabanın önüne düştü.
”Daha sandalyeyi bile güneşe yetiştiremeyen bir adamım ben, neden yüz iki yaşıma kadar yaşıyorum Allah’ım?” dedi.
Aklına o kadın ve kocası geldi yine. İki elini de ensesinde birleştirdi. Saçlarının arasından sümüklü böcek çıkmıştı.
”İyice Tutunamayanlar’a döndük amına koyayım” dedi, takma dişsiz ağzı ile. Artık dişlerini takmıyordu.
Seksen iki yıl boyunca kimseye dokunmamış, kimseyi arzulamamıştı. Lanetli bir hayata sahip olduğunu düşünüyordu. Üniversitede hocalık yaptığı zamanlarda dahi kendini bulamamıştı.
Dipsiz bir kuyuda sürekli düşüyordu. Dibe hala varamamaktı onu bitiren, düşmek değil. Seksen iki yıldır ne kadar düştüğünü hiç kimse tahmin bile edemezdi. Yerden sigarasını aldı. Sandalye ile boğuşurken düşmüştü sigarası ancak fark etmemişti. Samsun’da yaşasa cama çıkıp birkaçını vurur rahatlardı lakin değildi. O da odasına dönüp havlusunu omzuna atarak duşa girdi. Kendisini ağaç gibi hissediyordu. Ağustos’ta domates toplayan işçilerin gölgesinde dinlendikleri bir ağaçtı. Neden böyle hissettiğine anlam veremedi. Anlam veremediği çok şey vardı dünyada.
Duştan çıktığında lekeli ve perdesiz pencerelerin ardındaki sedir ağacı ile göz gözeydi. Net göremediğinden gözlerini biraz kısarak bakıyordu. Midesi bulanmış ve sağ tarafında bir sızı hissediyordu. Bir duş adamı en fazla bu kadar etkileyebilirdi. Kirleri artık onunla bir bütün olmuş olacak ki ayrıldığı anda bir çöküş yaşamıştı.
Beline sardığı beyaz havlu ile odasına gidip radyoyu açtı. ”Volare” çalıyordu. Parçayı ortalarında yakalamıştı. Gözleri karardı bir an için ve kendini yatağına bıraktı. Sol bacağı havludan dışarı atmıştı kendini. Şili’deki darbeden beri bu denli dönmemişti başı. İhtiyacı olan bir parça şeydi. Ne olduğunu kendi dahi bilmiyordu.
Kalktı. Gipsy Kings’den özür diledi, radyoyu kapatıp tekrar yatağa bıraktı kendini. Havluyu fırlatıp yatağın içine daldı ve yorganı gözlerine kadar çekip tavanı izlemeye başladı. Abdulhamid’in opera sevgisini düşleyerek uyuyakalmıştı…
Hayatı boyunca gördüğü en güzel evler sanayide camcının yanında çalıştığı yıllardı. Camcıda çalıştığı yılları görüyordu rüyasında. Yediği hakaretleri, takım çantasını, arabanın kasasında evlere gidişini (kimse görmesin diye yüzünü tişörtü ile kapatıyordu), koca camları üst katlardaki dairelere taşıyışını, sabah 8 akşam 8 mesaisini ve haftalık kazandığı yirmi lirayı. Uyandığında elini sıkıyor buldu kendini.
” Haftalık yirmi lira nedir? Resmen usta bana geçirmiş.” dedi. Sıktığı eline baktı, boştu.