Hikaye

Calamity Jane | Ya Sonra? – III

Birkaç saat televizyondaki abuk subuk programlara takıldıktan sonra baktım yağmur dinmiş, Dallas Gold’u belime sıkıştırdığım gibi sokağa çıktım. Bizimkilerden kimseyi bulamayacağımı biliyordum. Anneleri hafta sonları kolay kolay salmazdı onları sokağa. Babaları, seçkin genlerinin ve geçkin günlerinin teminatı veletlerinin nasıl semirdiğini görsün de, sürdürdükleri köle hayatını bir nebze meşrulaştırabilsin diye. Kadınlara yakışır incelikte bir işbilirlik. Onları suçlamıyorum ama. O erkekler köleliğe bu kadar gönüllü olmasa, hiçbir taktikleri işe yaramaz.*

Kırkikindi yağmurunun serinliği güneşin yakıcı sıcağına çok fazla karşı koyamamış görünüyordu. Apartmanın bodrum katından bisikletimi çıkardım. Mahallede hızlıca turladım, kimseyi bulamayınca iki alt sokaktaki sitenin parkınının yolunu tuttum. Sitenin dışına kurulan ve herkesin girebildiği bu park, mahallede doya doya oynayabileceğimiz nadir alanlardan biriydi. Parkın gülle bezeli tak kapısından girince sağ köşesinde maviye çalan yeşiliyle ladin, sol köşesinde kokusuna katlanamadığım sumak dineliyordu. Düzgün bir kare olan parkın uzak sağ köşesini ise saklambaç oynarken altına saklanmaya bayıldığım salkım söğüt süslüyordu. Yapraklarının üzerindeki henüz kurumamış damlacıklar parıldıyordu. Diğer köşeyi ise gündüzleri parkta oynayan çocuklarına ya da torunlarına göz kulak olan yetişkinlerin dedikodu yaptığı; akşamlarıysa biz kovboyların buluştuğu ve bar diye adlandırdığımız çardağa ayırmışlardı. Çardak ve üç ağacın aralarına serpiştirilmiş türlü fidanlarla yemyeşil bir cennetti burası.

Bisikletimle parkın içine daldım ve çardağa doğru yöneldim. Henüz ikindi serinliği çökmediği için park görevlisinden başka kimse yoktu. Bir elinde faraş, bir elinde süpürge parkı temizlemekle meşguldü. Alnındaki çatlaklara dolan teri elinin tersiyle sildi, birkaç saniye de olsa havalandırmak isteğiyle elini kafasına yapışan kasketine götürdü. Kasketini tuttuğu eliyle kafasını kaşırken sorgucu gözlerini üzerime yöneltti. Suratımda kıyak bir gülüş, gözlerimi gözlerinden ayırmadan:

-Ooo Gülbudayan Stefan, dedim.

-Ney!? Ne diyon la göbel? Diyerek sırıttı.

-Günaydın Mustafa amca. Günaydın diyorum. Kolay gelsin.

-Sağ ol yiğenim, sağ ol da gaç defa diyecem şu pisikletinizi gapıya bırakın, içeri sokmayın diye. Sonra benim gafamı şişiriyorlar.

-Kimse yok be Mustafa Amca, kim görecek. Sıcak diye balkona bile çıkmıyorlar.

-Sen öyle san, diyerek gözüyle parkın hemen karşısındaki apartmanı işaret etti.

İlk etapta ne yapmaya çalıştığını anlamadım, etrafıma bakındım. Gözlerim bizim çocuklardan birini aradı. Daha sonra gözlerim ikinci katın balkonunda ay gibi ışıldayan mahlenin yakışığıyla kesişti. Güzelliği mi yoksa güneş mi gözlerimi aldı bilemedim ama ellerimi siper ederek bakıyordum ona. Bu kızı ilk kez görüyordum. Sanırım geçen hafta parkın önüne yanaşan kamyona beni kiminle tanıştıracağından bihaber söylenmekle büyük hata etmiştim. Buğday sarısı saçları ve ela gözleri yüzüne yakışan gülüşüne renk katıyordu. Gel benim Calamity Jane’im ol diye bağırmak istedim. Bisikletime binip ona doğru koşar adım pedalladım. Gülbudayan Stefan’ın arkamdan kahkahayla karışık

-Yavaş len yavaş, kiriştek gibi gafanın üstüne çakılacan, diyişini duydum.

Balkonun altına gelince bir elimi Dallas Gold’a dayayıp bisikletin üstünde havalı bir poz çaktım. Bisikletimin arkasındaki boş seleyi işaret ederek,

-Buralarda yenisiniz galiba matmazel. Gelin atımla size kasabayı gezdireyim, dedim.

O benim aptallığıma şaşkın şaşkın gülüyor, ben onun gülüşüne aptal aptal şaşırıyordum. Balkondan aşağı sarkan saçlarını çeviklikle arkaya savurup

-Oluuur. Ama bekle, önce annemlere sormam lazım, dedi

Bir anda dönüp “Anneeee” diye bağırarak balkon kapısından içeriye koştu. İçeriden itirazlara, sızlanmalara benzer sesler geliyordu ama ne konuştuklarını tam olarak duyamıyordum. Bir gözüm apartman kapısında, bir gözüm balkonda öylece bekliyordum. Ne gelen vardı ne giden. Heyecanımın yerine hayal kırıklığı ufak ufak sokulmaya başlamıştı. Derken apartman kapısı ağır ağır aralandı. Apartmanın içerisine dolan güneş, iki eliyle kapıyı açmaya çalışan Jane’in yüzünü aydınlattı. O anda yüzüme aptal bir sırıtış yapıştı ve ne yapsam gitmiyordu. Güçlükle, yarım yamalak açabildiği kapı üstüne kapanmadan o aralıktan sıvıştı. Ben bütün bunları ağır çekimde izliyordum. Hatta çok ağır çekimde. Hipnotize olmuş gibiydim. Yukarıdan gelen sesle irkildim.

-Evladım! Senin adın ne bakiyim?

-Tommiks, şey Metin efendim.

Büyük bir aptallık yaptığımın farkına vararak ensemi kaşımaya başladım. Kovboyluğun sırası mıydı be oğlum. Jane gibi sapsarı saçların sahibi bu kadın, annesi olmalıydı.

-Metin, dikkatli olun yavrum. Çok geç kalmayın emi? dedi annesi gülümser ama kuralcı bir tavırla.

-Tabii teyzecim, olur dikkat ederiz, dedim.

O sırada Jane çoktan atımın terkisine binmişti.

-Aferin yavrum. Aslı, sen de sıkı tutun kızım düşme, diye tekrar tekar tembihledi.

Demek bu güzelin ismi Aslı’ydı. Hafif bir yalpalamadan sonra dengemi kazanıp kasabayı turlamaya başladık. İlk sokağı döner dönmez korkudan seleme yapışan elini tutup belime götürdüm, “Sarıl, yoksa düşersin bak” dedim. İki eliyle birden sarıldı ama ben elini bırakmak istemedim. Onların sitesinin etrafında gezindikten sonra bizim mahalleye doğru ilerledim. Bir an evvel bir yerde durup gözlerinin içine bakarak sohbet etmek, hayır hayır sadece gözlerine bakmak, onu izlemek istiyordum ama kimseler de görsün istemiyordum.

Aklıma Orhan Amca’nın bizim sokağın sonundaki iki katlı, bahçeli evi geldi. Orhan Amca TCDD’den emekli memurdu. Zamanında Haydarpaşa’ya gişeci olarak atanmış. Yine orada gişeci olan Zehra Teyzeyle tanışıp evlenmişler. Orhan Amca’nın huysuzluğuna karşı Zehra Teyze melek gibiydi. Geldiği zamanlar burada bu arsayı almış, emek emek evini yapmış, fidanlar dikmiş, çiçekler ekmiş. Kendisine, Zehra Teyzeye, çocuklarına bir dünya yaratmış. Aç müteahhitler mahalleye dadandığı zaman da ben ölmeden o çok katlı tabutlara girmem diye inat etmiş satmamış evini. Bahçesinde beslediği kurt köpeğine rağmen rengârenk meyve ağaçlarına dalmadan duramazdık. Kasabanın kovboyları olarak köpeği alt etmenin de yolunu bulmuştuk.

Bizim sokağa girmeden köşedeki kasabın önünde durdum. Aslı’ya sen bekle ben hemen geliyorum dedim. Kasap çırağı Selim Abi bizi görünce hemen anlardı derdimizi. Etini sıyırdığı kemiklerden birkaç parçayı poşetleyip çöp gibi atardı dükkânın arka tarafına. Her zamanki gibi bisikletten inip karanfille bezenmiş kuzuların süslediği camekâna doğru yaklaştım. Selim Abi beni görünce eliyle dükkânın arkasını işaret etti. Demek ki ben gelmeden birkaç parça çıkarmıştı. Aslı’yı fark edince bana göz atıp hayırdır minvalinde elini salladı. Hehehe diye sırıtarak kemikleri almaya gittim.

Poşeti gidona asıp bahçeye doğru sürdüm. Bahçenin arkasına gelince bisikletten indik. Bisikleti duvara yaslayıp Aslı’ya sessiz olmasını söyledim. Duvarın tam arkasında Orhan Amcanın köpeği Badem vardı. Yüreğim, ısrarcı bir misafirin kapıya vuruşu gibi güm güm vuruyordu göğüs kafesime. Bu ne köpekten ne de Orhan Amca’dan korktuğum içindi. Yüreğimin telaşı Aslı ile baş başa kalmanın sabırsızlığıydı. Duvara tırmanıp önce etrafı kolaçan ettim. Bahçede kimseler görünmüyordu ama Badem de görünmüyordu. Hafifçe ıslık çaldım. Otların arasından kafasını kaldırıp bana doğru baktı. Elimdeki kemiği ona doğru salladığımı görünce salyalarını akıtarak bana doğru seğirtti. Kemikleri köşedeki zerdali ağacından en uzak tarafa, kulübenin arkasına doğru fırlattım. Badem uzaklaşınca elimi Aslı’ya uzatıp onu da yukarı doğru çektim.

Zerdali ağacının altında karşı karşıya oturduk. Kim olduğunu, nereden geldiğini, ailesinin ne iş yaptığını, her şeyi anlatıyordu. Yüzümde aptal bir gülümsemeyle öylece izliyordum onu ama dinleyemiyordum. Kafamda binbir farklı düş dönüyordu. Ne kadar vakit geçti bilmiyordum. Çağla yiyelim mi sorusuyla kendime geldim. Tabii olur diyerek birden yerimden fırladım. Kulübenin arkasından görünmeyeceğim yükseklikteki dallardan koparıyor Aslı’ya atıyordum. Bir tanesini yerken bir tanesini de cebine dolduruyordu. Benim payımı da ayırıyor diye düşünüyordum. O da benim gibi adaletli bir hayduttu. Vahşi Batı’da yaşamayan kovboylar posta treni soyamıyor en fazla emekli tren biletçisinin bahçesine dalabiliyordu. Elimin altındaki çağlalar bitince bir üstteki dala adımımı attım. Ayağımın altındaki dalın çatırdayarak giderek alçalması ve Aslı’nın çığlığı birbirini takip etti. Ellerimle tutunduğum daldan asılarak bacaklarımı son anda ağacın gövdesine doladım ve düşmekten kurtuldum. Orhan Amca’nın “Kim var orada?” diyen sesini ve Badem’in havlamasını duyunca yakalanmaktan kurtulamayacağımı anlamıştım.

-Jane kaaaç! Diye bağırdım.

Orhan Amca’nın adımlarını duyan Aslı hemen duvarı tırmanmaya başladı. Ben de hızlıca ağaçtan inmeye çalışıyordum ama Orhan Amca yaşına rağmen bizden hızlıydı. Kaçmayı çalışan Aslı, soluk soluğa debeleniyordu. Ayaklarım yere bastığında Orhan Amca’nın eli kulağıma yapıştı. Duvarı tırmanamayan Aslı da benimle aynı kaderi paylaştı.

-Gel bakalım seni haylaz kovboy. Bu kaçıncı ha! Bir daha görmeyeyim seni dememiş miydim ben? Babana gidelim de hesabını onlara ver, diye kulağımı çekiştirerek beni paylıyordu. Kendi yetmezmiş gibi bir de çeteleşmeye başlamış.

Bizimkilerin evde olmayışı şu an tek mutluluğumdu. Bahçe kapısından sokağa çıkıp bizim apartmana doğru ilerliyorduk. Kulağım kıpkırmızı olmuştu. Aslı biraz korkmuş ama hâlinden memnun görünüyordu. O sırada sokağın girişinde annemle babam belirdi.

– Olamaz! Sherif geldi! Dedim korkuyla.

Babam beni görünce

-Ah be oğlum. Yine mi Tommikscilik oynuyorsun? Bir de kendine Calamity Jane mi buldun? Kusura bakmayın Orhan Bey. Biliyorum bu kaçıncı ama çocuk işte ne desek dinlemiyor. İşi güçü kovboyluk, haylazlık.

Orhan Amca bizimkileri görünce beni bıraktı. Annem bize sarıldı, tam sesini yükselteceği sırada Postacı tekrar söze girdi:

-Bu sefer yalnız da değildi kerata. Bir de kendisine yancı bulmuş. Köpeğin önüne kemiği atmışlar, ağacın tepesine çıkıp olmamış meyveleri koparıyorlar. Ağacın çatırtısına ayıktım. Ucuz atlattı, az kalsın kolunu bacağını da kıracaktı. Sonra al başına belayı.

Babam o sırada Aslı’ya baktı, iyi misin diye sordu. Aslı evet dercesine başını salladı. Babam önce ona, sonra da bana gülümsedi.

-O zaman şöyle yapalım Orhan Bey. Bu arkadaşı kürek cezasına çarptıralım. Madem ağacınıza zarar vermiş, yarın gelsin bahçede çapa yapsın da adaletin tatlı kollarındaki kovboyların yaşamlarını da öğrensin.

-Hay hay efendim. Hay hay! Gelsin de biraz iş tutsun.

-Ama baba! Diye itiraz edecek oldum.

-Aması maması yok. Yakalandın Tommiks, artık mahkûmsun. Ben, Jane’in kefaretini öderim fakat sen cezanı çekeceksin.

Postacının bu durumdan keyif aldığı aşikârdı. Göbeğini hoplatarak kıkırdıyordu. Hadiseyi kârlı atlatmanın sevinciyle iyi günler dileyerek evine doğru yöneldi.

Babam bizi arabaya bindirdi. Ben Aslıların evini tarif ettim, onların evine doğru hareket ettik. Kasabayı gezdirmek için evinden aldığım Jane’e mahkûm olarak veda ediyordum. Evlerinin önüne geldiğimizde bir umutla “Yarın görüşürüz Jane” dedim. Aslı bana baktı, gülümsedi

-Pek sanmıyorum, Allah kurtarsın dedi ve kıkırdayarak apartmanın girişindeki merdivenleri hızla adımladı.


* Oğullar ve Rencide Ruhlar , Alper Canıgüz, Sayfa 82.

Previous ArticleNext Article
Hata Koleksiyoncusu - Profesyonel Amatör

Bir yanıt yazın