Mektubun sonundaki noktaya bir veda busesiymiş gibi uzun uzun baktı, çünkü bir hasret mektubuna bırakılan son nokta, kalemin kâğıda veda busesidir diye geçirdi içinden. Elindeki kalemi masaya bırakıp mektubunu katladı ve derin bir iç çekti. Vakit gelmişti. Kalkmadan evvel bir çay daha söyledi kendisine. Çiftetelli oynarmış gibi bir o yana bir bu yana sallanan bu masaya daha fazla tahammülü kalmamıştı aslında ama dışarıdaki soğuk havanın karşısına daha zinde çıkmak istiyordu. Üstelik son birkaç gecedir uyku da haram olmuştu.
Kavşağa doğru adım adım ilerledi. Karşıdan karşıya geçmek üzereyken durdu. Kaldırımdan inmeden evvel başını sola çevirip yolu kolaçan etti. Başını sağa çevirirken birden silkindi ve gözlerini yumdu.
“Yaşamdan umudu olmayan adam ölümle savaşmaz, ondan kaçmaz. Sözünün azıcık eri ol ulan yavşak.” dedi kendi kendine. Kendine karşı acımasız olma hususunda oldukça iyiydi. Yüreğinin yufka yanlarını hep başkalarının tabağına üleştirirdi. Mesela biraz önce yanından geçerken ağzını kapamadan öksüren adamı, dilini dişlerine sürte sürte cık cıklayıp ayıplaması gerekirken onun hasta oluşuna üzülmesine ne demeli.
Merak etmeyin koronasız dönemlerden kalma bir öykü bu. Öksüren birisine başkalarının canına kast eden potansiyel katil bakışlarının atıldığı, bozuk yok bahanesiyle para üstünün üzerine yattı diye sövülen taksicilere seve seve üstü kalsın denildiği, evde makarna dahi yapmayı beceremeyen insanlara gece gündüz yemek taşıyan paketçilerin anofel sineği muamelesi gördüğü, üç beş kuruş kazanıp ekmek alabilmek için trafik ışıklarında bebeğiyle mendil satan kadınların ellerine lateks eldiven geçirdiği, bak biz hepimiz senin için buradayızlı, senin yanındayızlı sıkı sıkı sarılmalardan beri durmak zorunda kaldığımız tesellilere şahitlik eden hem kırık hem buruk taziye evlerinin olduğu döneme ait değil.
Yolu tekrar kolaçan etmeden karşı kaldırıma baktı, gözlerini yumdu, göğüs kafeslerini zorlayana dek ciğerlerini havayla doldurdu, sadece seslere odaklandı. Yola ilk adımını attı. Ne kırmızı ışıkta geçiyor telaşını ne de yeşil ışıktaki yollar benim rehavetini üzerine giymeden bir nehri geçer gibi karşı kaldırıma doğru adımlamaya başladı. Dördüncü adımından sonra kulağını yırtan bir korna sesi tam arkasından geçti. Gürültüden irkilip başını omuzlarının arasına çekip yürümeye devam etti. Son iki adım kala, ki o bunu tahmin etse bile bu kadar yaklaştığını bilmiyordu, uzaktan gelen bir korna sesi git gide yaklaşıyordu. Kıyıya ulaşmasına bir adım kala bir başka araç daha orkestraya dahil oldu. Derken konçertoda tempo yükseldi ve ardından ani bir fren sesi duyuldu. Son adımını attığında ayaklarını yoldan bir karış yukarıda karşılayan kaldırımın üzerine minnetle çıktı, gözlerini açtı ve karşı kaldırımda aldığı nefesin tamamını ciğerinden azat etti. Annesine ve sülalesine methiyeler dizerek arkasında lastik izleri bırakıp duran araca yöneltti bakışlarını. Duran aracın şoförü kapısını açtı iniyordu ki, onu takip eden aracın fren sesi yerini bir çarpışma gürültüsüne bıraktı. Elini ansızın mektubun olduğu cebine götürdü.
Sol gözünü açmakta zorlanıyordu, göz kapağına batan bir şeyler canını yakıyordu. Sağ gözünü açtığında duran aracın patlayan cam parçalarını, birkaç metre ilerisinde yatan araç şoförünü ve olay yerine doğru koşan insanları fark edebildi. Zar zor nefes alabiliyordu. Hareket etmeye yeltendi ama takati yoktu. Sağ bacağını hissetmiyordu bile. Korkmaya başladı. Sol elini oynattı, hemen altında mektubu hissetmek biraz sakinleştirdi ama bir tuhaflık vardı. Yarım yamalak açabildiği tek gözüyle sol eline doğru bir bakış attı. Elinin altındaki bu tuhaflık, açık yaralarından usul usul sızan kanından başka bir şey değildi. Hayır, şimdi değil, şimdi olmamalı diye söylendi.
Sonra Karacoğlan’ın şu dizeleri dilinden döküldü:
“Var git ölüm, bir zaman da gene gel.”
Sağ ayağındaki acıyla kaldırdı başını. Suratını eliyle sıvazladı. Sol kaşının üstünde montunun düğmesinin izini hissetti. Çayını içtikten sonra beş dakika kestirmek istemişti sadece. Masanın kısa bacağı hem masayı hem de sinirlerini oynattığı için de ayağını masanın altına sokuvermişti. Uyuyakalırsam acısından uyanırım diye düşünmüştü, ki öyle de oldu. Ama böyle bir kâbusu beklemiyordu doğrusu. Masanın ayağının altından sızlayan ayağını çekti, yüzünü yıkamak için lavaboya doğru hafif sekerek ilerledi.
Cezamız nedir abi, diyerek borcunu sordu. Rahatsızlık verdiysem kusura bakmayın diyerek tezgâhın üzerine on lira bıraktı. Estağfurullah olur mu öyle şey gene bekleriz sözlerini para üstü niyetine aldı ve sahile doğru yola çıktı. İskeleye vardığında son vapur kalkalı beş dakika olmuştu. Gidip iskeledeki banka oturdu, bir sigara yaktı, eline mektubunu aldı ve altına şu satırları ekledi:
“Çıkıp boz kurtlayın ulaşamadım
Yalan dünya sana çıkışamadım
Eşimle dostumla buluşamadım
Var git ölüm bir zaman da gene gel”