Foto-Öykü

Kan Kırmızısı, Koltuk Sızısı

Dört ya da beş yaşındaydım sanırım, çünkü henüz okula gitmiyordum. Ellerimde ablamın kalemleri, boyaları; etrafı boyamakla meşguldüm. Boyadığım duvarlar, perdelerin karşılığında çikolata ve şeker harcırahım günden güne eksiliyordu. Bense artık kâh tabağıma sıktığım ketçap, mayonez, hardalla boyuyordum hayal dünyamı, kâh rengârenk reçellerle. Ne zaman siyah renge ihtiyaç duyup zeytini çatalla ezmeye çalışsam “Nimetle şaka olmaz!” diye azar işitirdim. Hele o vişnenin çekici rengini görmek için benim heder ettiğim, annemin temizlik bezi olarak kullanmak zorunda kaldığı beyaz masa örtüleri… Bir keresinde resim yapmaya öyle dalmışım ki burnumdan akan kanı fark etmeyip çizdiğim evin çatılarını kanımla boyamışım. Ben durumdan habersiz, kendimi kan kırmızısının efsununa kaptırmış giderken odaya giren annemin gördüğü manzara karşısında attığı çığlıkla korkudan altıma işemiştim. O günden sonra bu altına kaçırma hadisesi defalarca tekrarlandı.

Öte yandan, ailem tarafından kanıyla resim yapan deli çocuk olarak görüldüğüm için düzenli psikolog seanslarına da başlamıştım. Seanslar başlarda iyi gitmiyordu. Zaten yeterince çocuk olduğum için, çocukluğuma inemediğinden diye düşündüm çok sonraları. Zaman geçtikçe psikolog seansları, kreş saatlerine dönüşmüştü. Gidince önüme kalemleri, boyaları ve defteri bırakıyor resim yapmamı istiyordu. Ben resim yaparken o da başka işlerini hallediyordu, benimle ilgilenmiyordu. Çok da umrumda değildi, ben dilediğimce resim yapmaktan yeterince memnundum zaten. Seansın sonunda yaptığım resmi inceliyor, kendince bir ipucu bulup anlamlandırmaya çalışıyor, kırmızı yoğunlukta olunca gözleri ışıldıyordu. Modern Psikoloji denilen, pek çok otorite tarafından bilim diye kabul edilmeyen metotlar bütünü benim için her seferinde farklı teşhislerde bulunuyordu. Fakat kırmızı başkaydı, resimlerimde kırmızıyı gördükçe benim ilerde azılı bir katil olacağım fikrini zihninde azdırdıkça azdırıyordu psikolog. Ailemden para tırtıklamak için mi, marjinal bir hasta edinip onu tımar etmek için mi böyle yapıyordu hala bilmiyorum. Onlar beni anlamadıkça kendimi resme veriyor, ben resim yaptıkça onların gözünde daha da psikopat biri olma yolunda emin adımlarla ilerliyordum.

İşte o gün de altıma kaçırdığım günlerden biriydi. Salondayken sadece misafirlerin oturabildiği bu avangart koltuk, iki gün önce yenileri gelince oturma odasına sürülmüştü. Hiç rahat değildi ama yıllarca yasaklanmasından olsa gerek o koltukta takılıyordum ben de iki gündür. Yüzüstü uzanmış ayaklarımı havada bir ileri bir geri sallıyordum. Ablam yanımda dizleri çıkmış pijamalarıyla oturmuş, televizyon kanalları arasında zap yapıyordu. Müzik kanalında sevdiği yabancı şarkı çıkınca televizyonun sesini sonuna kadar açtı ve mutfağa kahve yapmaya gitti. Bir yandan televizyonun sesi, bir yandan ablamın şarkıya eşlik etme çabalarıyla yalnızca nakaratlarda yükselen yarı Türkçe yarı İngilizce çığırtıları katlanılmaz bir hâl almıştı. Kumandayı alıp sesi biraz kısmak istedim. Minik parmaklarımla sesi kısmak yerine sehven kanal değiştirme düğmesine bastım. Ablamın “Psikopaaat!” diye höykürerek mutfaktan bana doğru koşturan adımları parkeleri zonklatırken, televizyondaki adam da makineli tüfeğiyle bana kurşun yağdırıyor, ekran simsiyah kana bulanıyordu. Korkudan önce kaskatı kesilmiş, sonra birden gevşeyip olduğum yerde koltuğa işemiştim.

Ablam sinirli bir şekilde odaya girip bir ekrandaki savaş filmine, bir de bana baktı. Koltuğu o hâlde görünce çileden çıktı. Altıma işememden ve benim suçumu temizlemenin her seferinde onun görevi olmasından sıkılmıştı. Bağırıp hakaretler etmeye başladı, hırsını alamadı bir de tokat attı. Korkudan ağlamaya başladım. Çığlık çığlığa ağlıyor, kendimi durduramıyor hıçkırıyordum, hıçkırmaktan nefesim kesilince yeniden çığlık atıyordum ama ağlamamı durduramıyordum. Ben susmadıkça ablam bana bir şey olacağından daha çok korkmaya başlamıştı. Ellerimden tutuyor, kucağına alıyor, başımı okşuyor, öpmeye çalışıyordu. Ben onun elinden kurtulup kaçmaya çalışıyordum. Beni sakinleştirmek için binbir türlü şey deniyordu ama nafile. Ve nihayet annem geldiğinde koşarak kucağına atladım.

Annem de beni sakinleştirememiş, hastaneye götürmüştü. Sonrasında süreç psikologda devam edip, psikiyatr odasında son bulmuştu. O gün benim psikologdan, psikiyatra terfi ettiğim ve hayallerimi renklendiren resimli seansların yerini hayatımı karartan türlü ilaçlara bıraktığım gündü. O günden sonra ben isimleri, türleri ve dozajları değiştirilerek yıllarca farklı ilaçlara maruz kaldım.

Yıllar geçti; zaman içerisinde kırmızıdan vazgeçtim, koltuklarda oturmaktan vazgeçtim, ilaçlardan vazgeçtim, ablamı sevmekten vazgeçtim, on sekiz yaşımdan sonra ailemden vazgeçtim ama resim yapmaktan asla vazgeçemedim. On iki yıl ailemden ayrı yaşadım, pek görüşmedik, ara ara haberimi aldılar, onların bana haberi geldi. Dün aniden onların yanına gitmek istedim. Neden, niçin bilmiyorum yalnızca gitmek, görmek istedim. Gece on bire doğru yola çıktım, sabah erken saatlerde varmıştım mahalleye. Arabayı biraz uzak yere park edip yürümek istedim o sokakları. Apartmana elli metre kala boş arazide onu gördüm yine. Çocukluğumu, gençliğimi mahveden o şeytanı… Kolçaklarının köşesindeki ahşap kısımlara çatallarla kazıdığım ablamın ve benim isimlerimizi görünce emin oldum annemin koltuğu olduğuna. Yıllar öncesinden onlara bıraktığım bana dair tek hatıra oydu. Her ne kadar güzel bir hatıra olmasa da onu kapının önüne koymalarını hazmedemedim.

Yıllar yılı yapmak istediğim şeyi bu kez gerçekleştirecektim. Evin tam ortasında yapmayı daha çok isterdim ama bu da içimdeki yılların acısını hafifletebilirdi belki. Sokaktan birileri geçiyor mu umrumda olmadan koltuğun önüne doğru yürüdüm. Kemerimi çözdüm, fermuarımı açtım ve koltuğun üzerine işemeye başladım. Kendime hâkim olamadım, gözlerim doldu, hüngür hüngür ağlıyordum. Gözlerimdeki yaşlardan dolayı yanlış görüyorum sandım, gözlerimi ceketimin koluna sildim, gördüğüm şeye inanmak istemedim; kan işiyordum.

Onca zaman içimde biriktirdiğim kini, nefreti, acıyı, horlanmaları, hayal kırıklıklarını bedenimden, zihnimden beni efsunlayan kırmızıyla arındırdım. Pantolonumu topladım, kemerimi bağlayıp eve doğru yavaş adımlarla üzerimden yılların yükünü atmamın hafifliğiyle ilerledim. Henüz erken olduğu için kapıyı iki kere tıklattım, açan olmadı. Zile bastım, biraz bekledim, içeriden sesler gelmeye başladı. Kapıyı pijamalarıyla açtı, göz göze geldik, dona kaldı, ağlamaklı oldu. Yirmi beş yıl evvelinin, o koltuktan öncesi günlerin hasretiyle boynuna atladım:

Ablam seni öyle özledim ki…

***


 

Previous ArticleNext Article

Bir yanıt yazın