1905’te doğan Sartre’ın da sıkça değindiği ve eserlerinde işlediği varoluşçuluk; varlığın, özden önce gelişini, insan ruhunun insanca yaşamaya başladıktan sonra kendini ortaya koyduğunu ve ona göre şekillendiğini anlatır. Yani içimizin ev olması için, dışımızın bir çatı oluşturması gerekmektedir. Aksi takdirde başıboşluğun vahametine kapılabiliriz. Varoluşçuluk dendiğinde aklıma gelen sözlerden biri 1900’de hayattan ayrılmış olan Oscar Wilde’ın “Ruh bedende ihtiyar olarak doğar; beden ruhu gençleştirmek için ihtiyarlar.” sözüdür. Ruhumuzu kadim ve bilge bir varlık olarak kabul edersek, yeni yetme bedenimizin ruhun öğretileriyle olgunlaştığını ve hem eğitilerek hem de öğrenerek kendi akıl hocasına da bir şeyler kattığını söyleyebiliriz. Varlık, ruh, öz, yaratılış ve kabuk sözcükleri tanımları ile birbirlerinden sıyrılabildikleri gibi, aralarındaki ilişki ile birbirleriyle iç içe geçebiliyorlar. Dolayısıyla bu noktada bana göre irdelenmesi gereken şey, varoluşçuluğun temelinde yatan felsefik düşüncenin çift yönlü olup olmadığıdır. Varoluşçuluk kendi içinde yayılım ve salınım göstermektedir. Varlık ve hiçlik, gerçeğin anlamlandırılması, felsefedeki “gerçek” kavramının değer yargılarımızla sınanması, değişken davranışsal olgular ile kanıtlanmış olguların karşılaştırılması ve tüm bunların mümkünlüğü tartışılmalıdır.
Algımızın sınırını ya da sınırsızlığını keşfetmek için kendi aklımıza attığımız düğümleri çözüp sonra yeniden ilmek ilmek örmeliyiz. Varoluşumuzu anlamlandırırken, zaman kavramının neleri kapsadığını ve benliğimizi nasıl etkilediğini düşünmeden edemeyiz. Çünkü zaman, gerçekliğin yitimi söz konusu olduğunda içini doldurabildiğimiz bir kavramdır. Bunun yanında, değer, anlam, denge ve fikir sorgulanırken, absürdizm bu uğraşların boşuna olduğunu vurgulamak için karşımıza çıkar. Camus’nun, en başta Sartre ile beraber varoluşçuluğu temsil ettiği düşünülse de, Camus “Sisifos Söyleni” ile absürdizmin sınırlarını belirlediğini ve fikrinin bu yönde şekillendiğini belirtmiştir. Dolayısıyla Sartre ile ilintili ama uyumsuzdur.
Dostoyevski ise insanca yaşamayı, insanlığın ortaya koyduğu davranışların sebep ve sonuçlarını ustaca anlatmıştır. Kafka, absürt gerçekliği “Dönüşüm” ile çarpıcı bir şekilde işlemiştir.
Nietzsche’yi çileden çıkaran ve onu dogmatik aforizmalar öne sürmeye iten kimi insani duygular (hırs, güç, tutku…), insanların varoluşsal olarak bağlı kaldıkları inançsal düzeyler vardır. İnsanların birbirleriyle ve kendileriyle olan ilişkilerini karmaşık yapıdan arındırmak için basitçe ifade etme yoluna başvurmuştur. “Ebedi gerçeklik olmadığı gibi, mutlak doğru da yoktur.” diyerek bakış açısını ifade etmiştir.
Kendimce yakınlık duyduğum; “Ne isek o değiliz, ne olmuşsak oyuz.” kalıbı aslında bir kalıbımız olmadığını, kalıpsızlığı kendimize kattıklarımızla ortaya koyabileceğimizi anlatıyor. Kuvveden fiile geçmek hem teoride hem de pratikte anlam kazanıyor.
Varoluşumuza naif bir dokunuş seziyorum “ne olmuşsak oyuz” dendiğinde. Bu yüzden, “Ney olduysam oyum” demiştim bir şiirimde. Yaratanın insana ruh üflemesini çağrıştırır insanın neye üflemesi… “İnsan-ı Kamil” olarak anılmaktadır. Kamışa nefesimiz dolar ve neyin kendine özgü sesi ruhumuzu dinlendirir. Bir nevi varoluşumuzu dinleriz bana göre. Dışımızdan üfleriz, içimize üflediğimizi bilmeden. İçimize üflenmiştir, dışımıza fark ettirmeden. Gerçek ister absürt olsun, ister rasyonel, varoluşumuzun peşinden gidişimiz, insanca yaşamamızı pekiştirecektir. Varlığımızı hissetmek, özümüze dönmemizi sağlar. Varoluşun bir başlangıcının olduğunu düşünmemiz, sonunu da beraberinde getiriyorsa, aklımız bu döngüde yaşadığımız sürece devinecektir.
“Akıl, sonsuz döngüyü var eden özdür.”
*Varoluşçuluk akım olarak temsil edilsin ya da edilmesin, tüm insanlığın temel düşüncesi ve ortak paydasıdır. Farklı zamanlarda birbirlerinden habersiz, farklı bölgelerde, farklı kültürler içinde yaşamış insanlar, varoluşçuluğa katkıda bulunmuşlardır. 19. yüzyıl sonlarında adı konmuş olan bu kavram, içinde bulunduğumuz dünya düzenini kendi içinde eleştirmiş, irdelemiş ve açıklamıştır. Somutluk ve soyutluk kavramları da zıtlıklarına rağmen benzerliğe maruz kalmışlardır. Dolayısıyla insanlık varoluşuyla başlı başına bir anlam ifade etmesine rağmen, varoluşunu düşünceden söze aktararak boyut atlamıştır.