Geçtiğimiz kışları aratmayacak bir soğuk vardı İstanbul’da. Hafifleyen rüzgar, yerini soğuğa teslim etmişti. Etrafa deniz kokusu hakimdi, bir de martılar. Hani insanların sessizce sıcacık evlerine çekildiği ve şu sokakları rahat bıraktıkları zamanlar olur ya, işte öyle bir gündü. Salıydı. Öyle unutulmayan salılardan ama, dilden dile anlatılıp gidenlerdendi. Geçen üç salıda da olduğu gibi, şu kırmızı atkısı olan kadın gelmişti yine. Hep aynı yere otururdu, nitekim bu salı da değişmemişti. Sıradan kırmızı atkılı kadınlar, sıradan günlerde, sıradan yerlere oturabilirlerdi. Her şeye rağmen bu gözlerdeki bakışı göremezdiniz sıradan olanlarda. Bir kere gördünüz mü de kolay kolay unutamazdınız. Zaten o kadının da kolay kolay unutamadığı şeyleri tekrar görüyormuş gibi bakardı gözleri. Normalde ben de üç salıdır aynı yerde oturur, bu kişinin bakışlarından birtakım çıkarımlar yapardım kendime. Fakat bu salı kendi yerim dolmuştu, artık tam zamanı dercesine.
-Pardon, burası boşsa oturabilir miyim?
İlk defa o anda göz göze geldik. Sorumun saçmalığını yüzüme vurmayacak bir cevap arıyor gibiydi gözleri. Sanırım bulamamış olacak, başını eğmekle yetindi. Ben de oturdum. Çok kısa bir süre sonra, vapur ufak ufak sarsıntılarla ayrıldı iskelesinden. Sessizliğin martılarca bölündüğü dakikalar geçti üzerimizden. Dikkatimi tamamiyle beni hipnotize eden o güzel dalgalara kaptırmışken, son anda fark ettim minik gözyaşlarını. Bir insan daha sessiz ağlayamazdı herhalde. Bir de kırmızı atkılı kadın ise… Hayır, o hiç ağlamazdı önceki seferlerde. Dördüncü salıda bir şeylerin değiştiği belliydi. Zaten dört rakamını hep özel hissetmişimdir hayatımda. Demek ki, başkaları da varmış böyle, dördün etkisinde. Hemen bir mendil çıkarıp nazikçe uzattım. Yine o gözler… Sanki sadece bakışlarıyla bile sohbet edebilirmişiz gibi hissettim. Ağlarken bile gururluydu o gözler. Utanmıyordu ağlamaktan, kaçırmıyordu kendini başkalarından.
-Teşekkürler, dedi usulca.
“Neden?” diye sormak istedim bakışlarımla. Birçok şey için: Neden?
Ama gözler konusunda pek de iyi olmadığımı fark ettim. Bir şeyleri değiştirmek istiyorsam dilimizi kullanmaya başlamalıydım.
– Şey, aslında sizi birkaç haftadır görüyorum. Tesadüfen yani. Sürekli buraya oturuyorsunuz. Şey, tabi bir de sürekli hüzünlü gibisiniz.
Böylece geriye denilebilecek pek de bir şey kalmamıştı. Ardından eklenecek ‘Neden?’ sorusu, kelimelerle bile ifade edilemezdi. Yarım kalırdı bir şeyler. Zaten çok da düşünmeme gerek kalmadan kendisi tamamladı konuşmayı:
-Neden… Neden diyeceksiniz bayım, değil mi?
Derin bir nefes aldı. Daha çok iç çekiyor gibiydi. Bense ağzım açık bir halde bakakalmıştım. Sanırım şimdi bakışlarımla bir şeyleri anlatabiliyordum, en azından şaşkınlık gibi temel şeyleri işte.
-Buraya bir amaç için gelmiş olmalısınız, değil mi? İstanbul’a yani? diye sordu.
Bu benim cevabım mıydı, yoksa yeni bir soru mu, kestirmek güçtü. Soru olarak kabul ettim ve düşündüm; elbette öyleydi! Herkesin bir nedeni vardı şu hayatta. Hele kimsenin durup dururken yolu İstanbul’dan geçmezdi. Hayaller şehriydi İstanbul. Hayallerin hayatlar olduğu o şehir. Benimki mi? Diyebileceğim bir şey yoktu. Nedenini açıklamaya çalışırsam büyük ihtimalle ben de her salı buraya gelip ağlayan biri olurdum. Herkesin bir yarası vardır sonuçta. Kendimi toparlamam bu kadar bu kadar zor olmuşken tekrar diplere inmeye niyetim yoktu. Artık her şey kontrolüm altındaydı. Dakikalar tedirgince ilerlerken bir cevap vermem gerektiğini hissettim:
-Sayılır, dedim. Yani, en azından amaca dair artık ne kaldıysa…
Ufak bir tebessüm geçti yüzünden, görüp görmediğinizden pek de emin olamayacağınız bir tebessüm. Hani Mona Lisa gibi. Oturup dakikalarca hakkında tartışabileceğiniz türden. Derin bir nefes daha aldı, tek bir nefesle tüm hayatının getirdiklerini yüklenmeye çalışıyor gibiydi.
-Benim de sayılır, dedi. “Sanırım yine nedenini soracaksınız.”. Duraksadı. “Üzgünüm, ama ben de henüz bulamadım nedenini. Hala onu arıyorum buralarda; denizde, martılarda… Ne, ne zaman, nasıl… Bunların hepsini anlatabilirim size, ama ‘neden’ini açıklayamam işte, bilmiyorum çünkü.”
Kısa bir tereddütten sonra ayağa kalktı:
-Artık sadece ‘neden’imi arıyorum, bayım. Onu bulduğumda, İstanbul’a gelmemin de bir amacı olmuş olacak, dedi ve yürüyerek uzaklaştı.
Bir şey diyemedim. Arkasından gidemedim. Yaptıklarının ağırlığı bazen olduğu yere çivilermiş insanı.
O kırmızı atkılı kadın bir daha hiçbir salı gelmedi, çarşamba da, cuma da. Sanırım artık başka bir hattı kullanıyor karşıya geçmek için. Ya da…
Devamını düşünmek istemiyordum. İnsan bin söz duyar dinlemez, bir söz işitir kendine gelirmiş. Artık bana “Neden?” diye soran herkese bu olayı anlatıyorum. Anlamıyorlar, susuyorum.