Pek çok gecelerdir uzun uzun oturuyorum, ama uzun uzun yazmayalı epey bir zaman geçirdim. Yazmanın, çizmenin amacını unuttum. Ben eskiden çizerdim de ama küstüm artık kâğıtla kaleme.
Bıraktım onların hepsini hayatın köşe başında ya da onlar beni terk etmeyi seçti. Eh hayat işte bu sizden ne alacağı da belli olmaz ne vereceği de. Ama özellikle sevdiklerinizi alır hem de öyle bir alır ki kimisi ölür kimisi ölüden beter yaşayan ölü olur. Yaşayan ölü daha kötüdür sadece umuttur ya bir gün geri dönerse umududur onun diğer adı. Ve dostlarım bu dünyadaki en kötü şey de umuttur. Şimdi yine bir gece vakti ve ben yine yaşayan ölülerimi düşünüyorum uzak ama bir o kadar da yakında ki sanki yine o boncuk gözlerini dikmiş pür dikkat dinliyor beni söylenmiş sözler cehenneminde. Eh zaten yaşayan ölü başka nerede yaşayabilirdi ki söylenmiş sözler cehenneminden başka. Aslında benim mutluluk kapasitemi bir kibrit kutusuna sığdırabilirsiniz hem de içindeki kibritleri bile çıkartmadan denmişti bir kitapta. Nasıl da tanımlamıştı seni, beni, belki bizi. Aslında bu kadar kolay mutlu olabilen insanların bu kadar çok ölüye sahip olmaları da ilginç değil midir?
Ben denize açılan sokakları sevdim. Ben vapurun güneş olan tarafına oturup denize bakmaya çalışmayı sevdim. Ben gökyüzüne bakınca hüzünlenmeyi sevdim. Ben deniz ile gökyüzünü birleştiren yağmuru sevdim özellikle sobanın ısıttığı evimin penceresinden izlediğimi… İstedim ki sadece mavi olsun ama en opalinden. Ben onu sevdim onu sığdırdım kibrit kutuma. Sonra bindim o kibrit kutusuna açıldım Deniz’e, yaşayan ölülerimi karşılamaya…