Üç. Bildiğimiz üç.
Ne için yaşadığını bilemez attı kendini kaldırımlara. Kaldırımlar karanlık, kaldırımlar ıslak, kaldırımlar hasret… Bu durumda olmayı tüm samimi hisleriyle söylüyordu ki istemiyordu İzzettin Nikolayeviç. Beklenenin aksine bu buğulu ve bohem kokan havada yağmur yağmadı. Basık ve insanın boynundan beline kadar terden ıslatan bir hava vardı. Yıldızlar hiç kimsenin umurunda değildi. Hiçbiri de yıldızların umurunda değildi bu gece. Bu gece İzzettin Nikolayeviç bir nihai karara ulaşmak istiyordu. Bir ki üç durdu. Yıldızlara baktı. İzzettin Nikolayeviç’in umurundaydı yıldızlar. Gözüne herhangi birini kestirdi.
-Bugün yaşamayı hak edecek ne yaptım?
Yıldızların ses verdiği yoktu. Ruhunun kederi sırtından ter olarak atıyordu kendini. Ağlamak hoş değildi bu topraklarda. Hangi topraklarda diye soracak olursanız onu bilmiyorum. İntihara bir adım daha yaklaştı bugün. Okullar, arabalar, evler, para, banka hesapları bunların hepsi insanları hayata bağlayan sahte şeylerdi. O kadar açıktı ki bunların sahteliği, ancak o kadar üstü örtülmüştü ki Neşet Ertaş gelse anca açardı. Onun da gelmesini kimse beklemiyordu.
Çeyrek asırdan uzun zamandır dünyada yer işgal eden İzzettin Nikolayeviç kitap okumaktan başka hiçbir şey yapmadı. Son yüz üç gündür bir şey okuduğu da yoktu. Yalnızca gökyüzüne bakarak yürüyordu. Sabit bir semti de yoktu. İki veya üç gün aynı semtte kalsa insanlar ona farklı gözlerle bakıyor ardından kötü söylüyorlardı. Onlara göre İzzettin Nikolayeviç akıl hastanesinden kaçmış bir kaçaktı. Kaçıktı.
-Sen beni dinlemiyorsun ama. Ey ışıltısı gözler parlatan, güzelliği edebiyata düşüren yıldız! Ben sana bir şeyler daha söylemek istiyorum.
Sağ elinin baş parmağını ileri geri sallayarak tehdit etmek istedi yıldızları. Ağzından çıkanları kulakları duymuyor, gözleri görüyordu. Kızgınlıktan tükürüklerine hakim olamıyordu. Bir an durdu sağ elinin baş parmağını toprağa değdirip yıldıza çevirdi.
-Allah şahidim olsun ki… Ne diyeceğimi unuttum.
Sıcaktan ve sıvısızlıktan dizlerinin üzerine çöktü.
-Şahidim olan Allah. Yalvarırım bana bir güç ver. Ya da güç verme. Bir amaç, bir hedef. Diğer insanlarınkinden. Ben de bir ev için on beş senemi vereyim. Bak onlar ne kadar mutlu. Yaşamayı ıskalıyorlar. Yaşamayı ıskaladım. Dünyayı tutturamadım. Karanlıkta, çıkmazdayım. Çıkış varsa da yolu bilmiyorum. Bana bir yol göster.
En son ona yardım etmek isteyen kadını reddedeli ve yanından kovalayalı yüz on beş gün olmuştu. Çaresi bir kadın değildi, aydınlığı da bir kadın değildi bu karanlığın.
-Bu karanlığın aydınlığı ne inan bilmiyorum yıldız. Halbuki sen ne kadar da parlaksın.
Tutmak istercesine sol elini uzattı göğe. Zıpladı, eli boş aşağı indi. Sinirlendi.
-Eh! Parlaklık senin bile değil şu gösterişe bak anasını sattığım ya.
Elleriyle yüzünü kapatıp olduğu yere çömeldi. Haykırıyordu. Ağladı. Etraf kimsesizce uzun süre ağladı. Karanlık içindekiler kendilerini hiçbir zaman göstermedi. Yere yattı, kulağını yere dayadı. Bir süre de yeri dinledikten sonra:
-Hani ideolojiler fikirlere giydirilmiş deli gömlekleriydi? Hangimiz akıllı hangimiz deli? Eğer insan öldürenler deliyse, eğer saplantılı bir şekilde bir ideolojiye bağlı olmak delilikse neden bu insanların hepsi dışarıda fıldır fıldır geziyor da beni içeri almak istiyorlar? Ekran başında kin kusan herifleri neden hiç kimse işitmiyor, bunların ellerindeki kanı neden hiç kimse görmüyor? Kral çıplak değil mi efendiler! Değil mi söylesenize! Değil mi? Değil. Değil ha. Ha ben yalan söylüyorum. Evet söylüyorum. Ben aşağılık bir adamım biliyorum lakin sizler benden daha da aşağılıksınız ve bunu kabul etmemeniz sizlerin sonunu hazırlayacak. Bakın, bunu o kadar inanmayarak söylüyorum ki. Ah! Zaten biraz inansam bu uğurda can vermeye hazırım. Ne için yaşadığını bilmeyen bu bedeni onurlandırmış olurdum en azından.
Elinde tuttuğu bayrağın yıldızlarına bakarak kendine geldi. Yine dalmıştı. Bayrağın nereden eline geldiğini hatırlamıyordu. Bayrağı masanın üzerine bırakarak bir büyük bardak su içti. Ölümün teselli olmayacağı sonucuna vardı. Bugün de yaşayacaktı.