20. Yirmi. Bildiğimiz yirmi.
Artık hiçbir şey eskisi gibi büyüleyici gelmiyordu İzzettin Nikolayeviç’e. Eskiden de öyle aman aman büyüleyiciliği yoktu lakin büyüleyicilikten uzak olduğunun farkında değildi en azından. Ne dinlediği müziklerden, ne okuduğu kitaplardan, ne yediği yemeklerden, ne de olmayan bir kız çocuğu ve olmayan kızıl saçlı kadını mutlu ediyordu onu.
Hayatını hep sistem içerisinde kendine yer etmeye çalışarak geçirmişti. Tam kırk dört yılı böyle geçmiş ve bunun farkına varmamıştı. Yaptığı seçimlerin aslında kendi seçimleri olmadığını seçme şansı kalmadığında idrak etmiş ve buna üzülmemişti. Doğar doğmaz aileye uyum sağlamış sonra okula sonra yüksek okula sonra bir işe ve bir aileye sahip olmuştu ve en nihayetinde bir çocuğa. Hayat denilen zarif şey bu kadar bayağı olamazdı. Hayır, buna inanmıyordu.
Ellerini arkadan bağlamış vaziyette ve yıpranmış ceketinin düğmeleri açık yürüyordu dağın zirvesindeki evine. Mevsimlerden bahar ve havaya kuru bir ayaz hâkim olmak üzereydi. Ayaz çöktüğünde evine varmış olurdu. Evi kasabaya iki saatlik yürüme mesafesindeydi, kasabaya pek inmediğinden bu mesafenin bir önemi yoktu. Suyu bittiğinden dolayı yukarıya bin litre su istemiş ve biraz da un siparişi vermişti. Bir ağacın dibinde dinlendikten sonra yürümeye devam etti. Tütün nefesini kesiyordu. Buna pek aldırış ettiği söylenemezdi. Çok şeye, az aldırış ederdi.
Gençliğinde vatanına hayırlı bir evlat olduğundan insanlar tarafından saygı duyulur ve sevilirdi. Nadiren de olsa gittiği kasabada ona ikramda herkes birbiri ile yarışır ve kimse kazanmak istemezdi. Güney cephesindeki görevi esnasında sol elini kaybetmiş ve bu olaya kadar orduda görev almıştı. Çatışmada cepheye düşen bombayı geri atarken elinde infilak eden bomba elini dirseğine kadar almıştı ondan. Hayallerini, yaşamaklığını, her şeyi almıştı. Elini kaybetmesinin akabinde karısı ve küçük kızını terk edip şu an yaşadığı harabe denilecek kadar eski ve bakımsız evine kaçmıştı. Gazi maaşını da onlara bağışlamıştı. Yarım elli bir baba ancak bu kadarını yapabilirdi. Evlerinde kalabalık yapmanın bir anlamı yoktu artık. Kendisi ormandan topladıklarıyla ve köylünün verdikleriyle geçiniyordu. Yakacak sorunu da yoktu, fazlaca yaşlı ağaç dostu vardı. Her gün biri ölüyordu ve onları yakmak İzzettin Nikolayeviç’in göreviydi.
Devletinin ona söylediği her şeyi yapmış; okumuş, çalışmış, evlenip çocuk sahibi olmuş ve aralarında husumet bulunan iki kral sayesinde ‘‘seve seve‘‘ kahraman olup ölmeyi göze almıştı. Ölememiş, akabinde cepheden kahramanca dönmüştü bu tek elli kahraman. Devlet çocukların cebine harçlık sıkıştıran yaşlı amcalar gibi göğsüne onore edici bir madalya takmıştı. Madalya. Evet madalya herkesin sahip olabileceği bir şey değildi ve yalnızca kralın istediği kişilerde olurdu. Kralın onurlandırıcı bir yetkisi vardı .Peki kral hakikaten onurlu bir insan mıydı? Şeref sahibi olmak, babanın kral olması demekse eğer bunca babasız şeref yoksunu muydu?
Kolunu çok sevdiğinden değildi bu öfkesi. Kolunu, kral oğlunun çük sevdası yüzünden kaybetmiş olmaya öfkeliydi. Karşısındaki adam ile hiçbir husumeti bulunmamasına rağmen neden birbirlerinden bu kadar nefret ediyorlardı. Devletle insan arasında bir bağ vardı ona göre. O da şuydu:
İnsan, bir başka insana sinirlendiğinde veya kızdığında gidip öldürüyor veya tartaklanıp ölüyordu. A kralı, B kralına sinirlendiğinde ise on binlerce insanın kan dökülüyordu. On binlerce aile babasız, kocasız ve kardeşsiz kalıyordu. A kralının, B kralı ile husumeti varsa eğer gidip onunla çözmeliydi. -bunu da bir kitapta okumuştu- Bunca insanın meydanlarda ölmesi, sakat kalması çok anlamsızdı. Krallar insan değiller miydi yoksa?
Yol boyunca düşündü ve boş topraklar ile bir araya gelip türkü söyleyen ağaçlara anlamsız gözlerle bakıyordu. Mütemadiyen dalıyor ve kendine geldikçe kafasını sağa sola sallayıp kendine geldiğini belli ediyordu. Rüzgâr avel bir adam şaşkınlığında ıslık çalıyor, toprak ise ıslık eşliğinde dans ediyordu. Birden bir şey hatırlamışçasına durdu. Bir şey hatırlamamıştı. Yere çömeldi ve sağ ayağını kendine doğru çekerek ruganını çıkarttı. Topuğunu yere vurarak içindeki taşları dışarı def ederek bir daha girmemeleri hususunda uyardı onları.
Yolun yarısına yakın kısmını tamamlamıştı. Gelirken bıraktığı testi elbette yerinde duruyordu çünkü doğada insandan başka hiçbir canlı hırsızlık yapmıyordu. -Maymunlar dâhil değil-
Susamıştı hayli. Testinin tıpasını ağzı ile açarak yedi büyük yudum içti. Biraz da yüzüne dökerek yüzünü yıkadı. Testiyi yerine bırakarak eliyle suratındaki suları sıyırıp yere doğru savurdu. Yolun daha yarısı duruyordu lakin yol asla sorun değildi. Hayat denilen duble yol ne zaman bitecekti asıl soru buydu. Bu bir soru mu bunu da bilmemekle birlikte bir şeyleri idrak etmenin hüzün veren hazzını yaşıyordu.