Donanımlı, sağlam yapılı ve iyi idare edilen bir gemide yol alıyorduk. Tayfalar yetkin bir akıcılıkla hareket ediyor, halatlar yeni ipliklerle parlıyor, direkler canlı ağaçlar kadar taze görünüyorlardı. Pruvadaki yontu çok güzel bir parçaydı, şimdiye kadar gördüklerimin en zarifiydi. Uzun boylu, koyu renk saçlı ve koyu renk gözlü, ellerini beklenti içindeymiş gibi önünde kavuşturmuş bir kadın. Güzel bir kadındı ama sakin bir güzellikti onunki. Zarif bir çene, narin boynunu açığa çıkaracak biçimde yukarıda toplanmış saçlar. Tüm koyuluklar ve açıklıklar kusursuz biçimde vurgulanarak sevgiyle renklendirilmişti.*
Yontunun güzelliğine hayran kalmıştım doğrusu. Güzelliğini mi kıskandım yoksa bu kadından mı etkilendim karar veremedim. Bir kadından etkilenmek fikri bir an ürpermeme sebep oldu. Heykeli baştan aşağı süzerek bu kez noksanlarını aramaya koyuldum. Her ayrıntısına tekrar tekrar bakıyordum. Gözleri, saçları, boynu, burnu, bilekleri… Çok güzeldi. Kulaklarının önüne bir perde gibi çekilen perçemler kulaklarını o kadar da beğenmediğini düşündürüyordu. İlgiyi kulaklardan çalıp küpelere yönlendirmek için takılan büyük küpeleri de bunu doğrular nitelikteydi.
Bu soğuk havada durmuş dakikalardır aynı noktaya bakıyordum. Hem sıkılmış hem de üşümüştüm. Kendi kendime söylenerek kamaraya dönmeye karar verdim. Tam arkama döndüğüm anda bütün sıkılmışlığımla gayriihtiyari:
-Aman canım o kadar da güzel değil, dedim yüksek sesle.
Döndüğüm esnada karşımda beliren iyi giyimli, bastonlu yaşlı adam şaşkın gözlerle bana baktı. Dizine kadar çıkan süet çizmeleri, kadife şapkası ve yakaları kalkmış pardösüsüyle bir uyum içindeydi. Ahşap oyma bastonuna yaslanan zarif ve güçlü elindeki yüzükler dikkat çekiyordu.
-Pardon! Bir şey mi söylediniz matmazel, diye sordu.
Kendi sesimi duymama henüz şaşıramadan, beni duyan bu yabancıyla göz göze gelmek büsbütün utandırmıştı. Elimi kulaklarıma götürdüm, eldivenime rağmen kulağımın yandığını hissettim. Kulağım böyleyse yüzümün ne kadar kızardığını tahmin etmek istemiyordum. Susup uzaklaşarak daha da gülünç olmaktansa aklımdan geçenleri apaçık anlatmak ve bu yabancıyla tartışmak istedim.
-Afedersiniz mösyö. Şuradaki yontuya dalmış onu inceliyordum, dedi parmağıyla pruvayı işaret ederek. Zihnimde güzelliğini mütalaa ederken fark etmeden yüksek sesle konuştum.
-Pek beğenmediniz zannediyorum, diyerek meraklı bakışlarını üzerime bıraktı.
-Aksine, çok beğendim. Fakat belki?
-Kulakları mı?
-Evet, evet! Siz de mi fark ettiniz yoksa? Diye şaşkınlıkla gözlerimi yerlerinden çıkacakmış gibi açtım.
Yaşlı adam gülümsedi ve pruvaya doğru birkaç kısa adım attı. İki elini birden bastonuna dayadı, gözlerini kısıp yontuya uzun uzun baktı. Yorgun gözlerini bana çevirerek:
-Evet, fark ettim dedi.
Bu sırada rüzgâr denizden tuz kokusunu yüklenip üzerimize tüm gücüyle savurdu. Günbatımını izlemek için çıktığım güvertede şu an soğuktan titremeye başlamıştım. Üşüdüğümün farkına varan yaşlı adam:
-İçeri geçseniz iyi olacak matmazel, dedi ve şapkasıyla selamladı.
-Belki daha sonra devam ederiz, şimdilik müsaadenizle diyerek kamaraya doğru hareket ettim. Yaşlı adam da pruvaya doğru yöneldi.
****
Odamda birkaç saat dinledikten sonra yemeğe çıkmak için uyandım. Uyumadan evvel başlayan rüzgâr biraz daha şiddetlenmişti. Çok aç olmasam da sabaha dek bu sallantıda midemi bulandırmayacak miktarda bir şeyler atıştırmaya karar verdim. İki gün sonra ilk limana çıkacak olmanın heyecanıyla belki bir kadeh de şarap içerdim. Hazırlanıp salona doğru yürümeye başladım.
Daha yüksek sesle konuşmaya başlayarak karşısındakinin sözünü kesip daha önemsiz hatırasını anlatmaya başlayan birkaç yaşlı beyefendi, yemeklerini bitirmiş ellerindeki kadehi bir o yana bir bu yana sallayan sol köşedeki hanımefendiler ve her şeye rağmen hayatının heyecanını daha yeni hissetmeye başlayan ve birbirine kur yapan iki genç çift haricinde yemek salonu pek kalabalık değildi.
Uygun bir yere oturup yemeğimi sipariş ettim. Servisi beklerken bir yandan dışarıyı izlemeye koyuldum. Manzarayı izlerken gözlerim güverteye kaydı. Birkaç saat evvel konuştuğumuz adam pruvada bacaklarını uzatıp yere oturmuştu. Bir elinde bastonunu asabiyetle güverteye sürterek sanki bir şeyler yazıyor diğer elindeki şişeyi de sık sık ağzına götürüyordu. Bu sırada yemeğim gelmişti, soğutmadan başlamak istedim. Bir yandan yemeğimi yiyor bir yandan da göz ucuyla pruvayı kesiyordum.
Hafif bir yağmur camlara vurmaya başladı. Yaşlı adam şişesini bir köşeye dikmiş, kendisi doğrulmuş pardösüsünü çıkarmıştı. Pruvanın en ucuna doğru ilerliyordu. Bastonunu küpeşteye dayadı, pardösüsünü iki eline aldı ve yontunun üzerine örtmeye çalışıyordu. Tayfadan iki kişi yaşlı adama yaklaşarak bir şeyler söylüyorlar, adam iyi olduğunu onlara ikna etmeye çalışırcasına bir şeyler anlatıyor, işaretler yapıyor ve elini gidin başımdan dercesine savuruyordu. Adamlar rahatsız etmemek için fazla uzatmadılar ama uzaktan yaşlı adamı izlemeye başladılar. Yaşlı adam hâlâ pardösüsünü o güzel kadının üzerine örtmeye çalışıyordu. Bir heykelin üşümesini istemeyecek kadar sarhoştu. Ayakta durmakta zorlanmaya başlamıştı. Onu izleyen iki tayfa davranarak adamı yakalamaya çalıştılar. Yaşlı adam yaşına ve sarhoşluğuna rağmen tüm çevikliğiyle elindeki paltoyu üzerine gelen tayfaya savurdu. İki genç gerileyip durdular ve birbirlerine baktılar. Yaşlı adam bu sırada bastonunu kapıp bir kılıç gibi tutarak gözdağı vermeye çalışıyordu.
-Gidin başımızdan diyerek bağırıyor, heykele doğru geri geri adımlıyordu.
Tayfalar ne yapacağını bilemedi. İkisi kendi aralarında tartışmaya başlamıştı. Birisi güverte reisini çağırmaya gitti. Bu hareketlenmeyi fırsat bilen yaşlı adam pardösüsünü eline alıp yontunun üzerine doğru bir hamlede sıçradı. Ben de korkudan olduğum yerde sıçradım. Telaşla güverteye doğru koştum. Pruvaya geldiğimde birkaç saniyedir pardösüyle sarıp sarmalanan kadın daha fazla dayanamayarak gürültülü bir çatırtıyla gemiden ayrıldı ve adamla beraber gecenin karanlığında denizin soğuk sularına doğru ilerledi.
Güvertede bir anda yolcuların çığlıkları, reisin bağırmaları birbirine karıştı. Gecenin karanlığında sadece denizin üzerinde yüzen kadife şapkayı gördüm.
***
Sarsıcı olay üzerinden beş gün geçmişti ve yaşlı adamdan hiçbir iz yoktu. O geceki baygınlığımdan beri ne bir şey yiyip içebilmiş ne de uyku uyuyabilmiştim. Gözümü kapattığım an gözümün önüne o güzel yontu, o yaşlı adam ve o pardösü geliyordu. Gemi sabah saatlerinde limana demirlemişti. Bir an evvel gemiden uzaklaşmak arzusuyla limana doğru hızlı hızlı adımlıyordum. Gözümün önünde ısrarla elindeyi gazeteyi sallayarak satmaya çalışan çocuğun elinden bir gazete aldım. Farklı havadisler almak, zihnimi dağıtmak ümidiyle açtım. Manşette yaşlı adamın fotoğrafı vardı. Hızla haberi okumaya koyuldum.
“Yıllar evvel hayatını kaybeden eşi Bella’ya ithafen yaptığı heykeli de pruvasında taşıyan Claudel isimli yolcu gemisiyle seyahat etmekte olan ünlü heykeltıraş Antoine Puget beş gün önce hayatını kaybetti.”
Şaşkınlıktan olduğum yerde donup kalmıştım. Gazete elimden uçuşuvermişti. Limanda durmuş geminin pruvasına, bir hafta evvel Bella’nın yer aldığı yere doğru bakıyordum. O gece yaşananlar gözümün önünden saniye saniye akmaya başladı.
Bir heykelin üşümesini istemeyecek kadar sarhoş değildi, aşıktı.
- Akhilleus’un Şarkısı, Madeline Miller, Sayfa 171