Hikaye

Çerçi Nikos | Ya Sonra? – IV

Solunda, bir zamanlar atların koşturulduğu, oyunların oynandığı, yüzyıllarca, bağrışmaların, çığlıkların, acı sesleriyle sevinç seslerinin, yuhaların, alkışların çınlatıp durduğu koca alan, bomboş, bakımsız, bir çukurluktan farksız uzanıyor. Bir uyku içinde gibi, bataklıklı, çamurlu, sazlı, sivrisinekli bir uyku içinde gibi. Bizans’ın atmeydanı da bir gün böyle mi olacak? Yüzlerce, binlerce insan orayı doldurup taşırıyor mu hâlâ? *

Çadır yerine yığma kerpiç yapıları tercih eden zamane yörüklerinin haşereleri hanelerden beri tutmak için kireçlenen duvarların kireci sönüp gitmiş, yükseltilen kapı eşikleri çoktan çürümüştü. Yörükler kalkıp göç eyleseler bile yılkı atlarının yakalandıktan sonra tımar edilmek için kırk gün kapatıldığı ahırlar hâlâ haneleriyle sırt sırta duruyor; o günlerin nişanesi olarak. Hem geçimleri için hem de dostlukları için bu atlara minnetten çok daha fazlasını besliyordu yörükler.

Bir ata palansız, eyersiz, semersiz yalnızca gemi varken sere serpe binmeyi ilk kez bu yaylada tatmıştı yıllar evvel dedesiyle geldiğinde. Yelelerine sımsıkı sarılarak onunla bir olup göğün bir karış altındaki bu yemyeşil yaylada dört nala koşturmak pek çok hayalperestin dahi düşleyemeyeceği kadar güzeldi. Güneş kemiklerini ısıtırken, atın hızlanan adımlarıyla beraber yüzüne vuran o soğuk hava yakıp kavurmuştu tenini. Dağın öte yanına vardığında metrelerce yükseklikteki kar yığınlarının altından sızan suyun berraklığı onu büyüledi. Atın boynuna tutunup sallanarak indi ve suyun yol aldığı akara doğru ilerledi. Suyun temas ettiği yerler rengarenk çiçeklerle bezeliydi. Sarhoşluk veren bir rahiya taşıyordu akar boyu yüzüne çarpan esinti. Cılız çayın ortasındaki bir taşın üstüne sıçradı, eliyle bir avuç su alıp içti. Bir suyun bu kadar lezzet ihtiva edeceğine akıl erdiremedi. Hemen olduğu yere çömelip iki avcunu birleştirip kana kana içmeye başladı. Suyun lezzetinden ayakları gevşemiş olacak ki bir ayağının kaymasıyla suya düşüp akar boyu yuvarlanması bir oldu. Onun düşüşünü fark eden kısrak peşi sıra seğirtip, çocuğun önüne atladı. Ufaklık, ata tutunarak bir şekilde sudan çıktı. Üstü başı hem sırılsıklam hem de çamur olmuştu. Az önceki tatlı esinti şimdi onun içini ürperten soğuğa dönüşmüştü. Bulduğu ilk kayalığın üzerine çıkıp atın üzerine atladı. O nereye gideceğini bilmese bile kısrak onu doğruca yaylaya götürdü.

Nikos’u yüzü gözü çizik ve sırılsıklam gören dedesi telaşlandı, “Bu ne hal? Attan mı düştün yavrucum? İyi misin?” diye bir yandan sorguya çekmeye bir yandan da torununun üzerini soymaya başladı. Hemen dışarıya bir leğen çıkartıldı, sıcak su getirildi. Önce Nikos sonra da çamaşırları leğende güzelce yundu. “Ah be yavrum, daha yola çıkalı iki gün oldu, hastalanırsan ne yaparız” diye serzeniyordu dedesi. Oradaki yörüklerden biri “Dert buradaysa, dermanı da burada çerçicibaşı. Sen hiç meraklanma” demiş ve yaylayı bezeyen ardıçtan, kekikten, kevenden yapılan bir kavanoz balı çerçinin heybesine koymuştu.

Yıllar evvel ilk kez dedesinin terkisinde geldiği yaylaya bakarken bu sözü hatırladı: “Dert buradaysa, dermanı da burada.” Şimdi kendisi de bir çerçi dede olarak geldiği yaylaya uzun uzun baktı ve “Burada yaşamak kadar ölüp yitmek de güzel bir hadisedir nihayetinde” diye geçirdi.

Yıllarca burayı her ziyaretinde bekâr bir arkadaşını ziyarete gelen yeni evli hissiyatı kaplardı içini. Onların özgürlüklerine imrenmeyle başlayıp bu özgürlüğü övmeyle, kıymetini bilmelerini gerektiğini öğütlemeyle devam eder, sonra kendi kurulu düzenine ve rahatlığına şükrederek dönerdi. Şimdiyse ne onu buyur edecek bir ev sahibinden ne de o şen şakrak yurt havasından eser yoktu. O da dedesi gibi yıllarca Kaisariyah’tan yüklendiği malları at sırtında günlerce köy köy, yayla yayla gezer; karşılığında arı gibi envai çeşit ürün toplar; sonra dönünce bunları bazarda paraya çevirirdi. Oysa artık ne geri döneceği bir bazar, ne de şükürler edeceği bir kasaba hayatı vardı. Dedesinin türlü sebeplerle Konstantinopol’den Kaisariyah’a sürüldüğü gibi, kendisi de aynı kaderi yaşamış ve yaşlılığını, kimsesizliğini fırsat bilen Kaisariyah tüccarları arasından eften püften sebeplerle men edilmişti. Bunu gururuna yediremeyen Nikos Efendi varını yoğunu satıp bu yaylaya gelmişti.

Atının sırtından heybesini indirip bir hanenin duvarına yasladı. Heybenin içinden sert bir kumaşa sarılı ağır bir taş vardı. Nikos Efendi taşı kucağına aldı, örtüyü yavaşta açtı. Bu bir hece taşıydı ve üzerinde şöyle yazıyordu:

 “Yıllarca arı misali yayla yayla gezdim, yörüklerin kıymetli mahsullerini topladım, kendime bal eyledim. Ben ne Konstantinopol’e aidim ne de Kaisariyah’ya. Bana yıllarca kucak açtınız, yeri geldi burada yundum, yeri geldi burada doydum. Sizlerden son dilediğimdir, bu güzel topraklarda bana da yer verin.”

Çerçi Nikos


  • Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, Bilge Karasu, Sayfa 63
Previous ArticleNext Article

Bir yanıt yazın